
Sihirli Çakmak

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde gurbetçi bir çocuk varmış.
Çok görmüş, çok geçirmiş bu çocuk. Çok çile çekmiş, ama erkekçe katlanmış bütün çilelere.
Aç durmuş, açım dememiş, susuz durmuş, susuzum dememiş.
Gözlerinden kanlı yaşlar dökmüş mü, dökmüş, için için ahlar çekmiş mi, çekmiş ama merhamet dilenmemiş.
Gelgeldim gün gelmiş ki, onun da kaderi gülmüş nihayet.
Kambur felek:
– Yeter artık çocuk. Anan var gül gibi, kardeşin var bülbül gibi, git sağlığında onları gör.
Dertleri varsa, dertlerine derman olursun.
Yürü çocuğum diyarına, ana baba kucağına, yetişir bu gurbet ellerde çektiğin!., demiş.
Çocuk da hemen yola revan olmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş.
Gitmiş, gitmiş, bir aralık karşısında saçları sümek gibi ihtiyar bir kadın belirmiş.
Çocuk da, iyi yürekli değil mi, acımış bu ihtiyar kadına.
– Hey ninecik, ninecik, demiş. Bir yardıma ihtiyacın varsa söyle bana. Yardım ederim sana!
İhtiyar kadın çocuğa bakmış, bakmış da:
– Oğul, oğul, demiş. Az gittim, çok gittim, şu karşıda kuru kütükte bir şey unuttum git al bana onu getir, diye ricada, bulunmuş.
Delikanlı bu ak saçlı kadını dinlemiş.
Kütük dediği de kütük değilmiş ama, sihirli bir yermiş.
İçinde üç oda, üçünde de sihirli birer çakmak varmış.
İhtiyar kadın orasını iyilik için değil de, kötülük için söylemiş çocuğa.
Bir cadı karıymış o. Ne bir işi, ne ağzında bir dişi, yalnız fenalık yapmak için aradığı bir kişi varmış.
Olacak ya, gurbet şerbetini içmiş, dertten içi içine geçmiş bu zavallı çocuğa rastlamış işte.
Mağara da ağacın içinde, alacak şey de yedi kat yerin dibinde, korkunç bir varlığın elinde duruyormuş.
Çocuk onu dinlemiş. Ağaca girmiş, ağaçtan mağaraya, mağaradan kovuğa, kovuktan da soluk soluğa bir odaya girmiş.
Girmiş ama, içeride vaziyet çirkinmiş.
Orası ise cin, peri dağıymış. Karşısında bir köpek belirmiş.
Gözleri fincan gibiymiş. Öte bakmış beri bakmış çocuk, köpeği görünce benzi atmış. Atmış ama, korkudan kaçamamış da.
Oradan bir torba para alıp, ikinci kapıya varmış. Orada da bir köpek çıkmış önüne köpek de ne köpek, ötekinden iki kat daha korkunç!.
Korku, korku, ama çocuk ne korkudan çekilmiş, ne de köpekten belinlemiş. benim vazifem büyüktür, elim deki şu torba yüktür, deyip torbayı boşaltmış.
İçine gümüş paralar doldurmuş.
Sonra yine “derde derman, sağlığıma engel olmaz” deyip, iki sekip, bir zıplayıp yine bir üçüncü kapıya dayanmış, içeri girmiş.
Ama ne görsün. Yine bir köpek, gözleri harman, kulakları kocaman, vücut balkanmış ama çocuk da pek kahramanmış.
Köpeğe bir bakmış, iki bakmış, ayağını hızla atmış ve gümüşleri bırakıp altın doldurmuş torbaya.
Tam çıkacağı sırada, gözüne annenin istediği çakmak ilişmiş.
Altınları bırakıp, çakmağı almış ve geri dönmüş. Onun da talihi açık çıkmış. Köpekler ona bir şey yapmamış, ereden, dereden, çıkmış bu karanlık yerden. “Gurbetçinin yıldızı açıldı, talih bana bu çakmağı bağışladı” derken iki büklüm, kör kötürüm, ihtiyar kadın belirmiş karşısında:
– Güzel çocuğum, yiğit çocuğum, ver Allah’ın perili çakmağını bana, pek şükür edeceğim sana.
Ben az gezdim, çok kişilere iyilik ettim, sana da ederim, demiş, demiş ama, tavşan bayın aşmış, bu çakmak ise bir sihirli taşmış.
Çakmağı çakınca insanın karşısına o mağaradaki köpekler çıkarmış.
Anne ise birisine değil, çok kişiye kötülük yapmış, çok kişiyi ağlatmış, çok kişiyi karalara bağlatmış.
Basma pabucuma, basarlar pabucuna, derler ya, işte allem kallem, çocuğu yok etmek isteyen anne de muradına eremeyince çakmağı çok görmüş ona.
Yalvarsa da yakarsa da, dokuz dereden on su alıp getirse de çocuğu kandıramamış.
Anlamadan çocuğa bir vurmuş, yere düşürmüş. Ama yakışıklı levent kalkmasıyla hançerini çıkardığı bir olmuş.
İhtiyar kadını bir sallamış, başını kesmiş. “Çok şükür, kurtuldum” diyerek yola revan olmuş.
Gitmiş gitmiş, yol bitmiş.
Dere çıkmış, dereyi geçmiş, deniz çıkmış.
Hemen bizim yiğit çakmağını çıkarmış, bir çakmış, köpek çıkmış, bir daha yine bir köpek, üçüncü çakmasında ise üçüncü köpek, üç köpek dizilmiş sıraya.
Biri: “Buyur yiğidim”, ikincisi “Buyur kahramanım”, üçüncüsü “Buyur aslanım” demiş.
Hemen çocuk denizin kara olmasını dilemiş.
Köpekler bir havlamışlar, deniz kara oluvermiş de, “Buyurun şu devam ettiğiniz yola” demişler.
Az gitmiş, uz gitmiş, çocuk, sağ salim, ana, baba, kapısına ermiş.
Eve girince sevinç üstüne sevinç sarmış içini.
Şimdi anamı görürüm, şimdi babamı, kardeşlerimi görürüm!
Gözlerinden sevinçten iki sıralı yaşlar akmış. Derken, yüreğini yeniden keder sarmış.
Çünkü girince, ne görsün, ne ana, ne baba kalmış. Hepsi bu dünyaya gözlerini yummuşlar.
Hepsi oğula ağabeye hasret, gam kasavet içinde bu dünyadan gitmişler.
Ne yapacağını şaşırmış zavallı.
Ne ana diyeceği, ne baba diyeceği, ne yiyeceği, ne danışacağı kimseler kalmış. Gel ağlama, gel karalar bağlama da dur durabilirsen.
Nihayet “Anam, babam, rahmetli oldu, bana da bu yazılıymış” diyerek, o köye çoban olmuş.
O çok seneler gelip geçmiş aradan.
Çocuğa çok kızın lâfını etmişler. Ama birine razılık göstermiyormuş.
Yüreğinde padişahın kızı yatıyormuş onun.
İlle de o olacak! diyormuş. Ama başındaki fakirliği ne yapsın?
Bu fakirlikle padişahın kızını isteyebilir mi?
Bir gün böyle, beş gün böyle derken genç çobanın içi yanıp tutuşuyor.
En sonunda “Bıçak kemiğe dayandı” diyerek bir çakmış çakmağı yine o köpek çıkmış karşısına.
Ona, bir gece gidip padişahın kızını gizlice alıp evine getirmesini emretmiş, köpek daha o gece kızı almış getirmiş.
Çocuk bir de ne görsün: Güzellerin güzeli, nur topuymuş, kar topuymuş güzel.
Bakmış bakmış da, kıyamayarak onu yeniden çevirmiş evine, çevirmiş ama, padişah anlamış işi.
Kıza sormuş, bir şey dememiş. Halayığa sormuş, bir şey görmedim, demiş, ama kurt başlamış içini yemeğe padişahın.
En sonunda kız babasına, güzel bir delikanlıyı rüyasında gördüğünü, ama kimdir, neyin nesidir, bunu bilmediğini söylemiş.
Padişah da hemen “Geceleyin kızımı saraydan alan kimdir acaba, bunu nasıl tutabilirim!” diye düşünmeye başlamış.
Bir akşam yatarken kızını un dolu bir çuvala bağlamış.
Çuvalda da bir delik bırakmış.
O gece olacak işte, bu iş duyulacak işte, genç çoban köpeğini yine kızı almaya göndermiş.
Köpek kızı getirip götürürken saraydan çobanın kulübesine kadar uzun bir beyaz iz gelmiş meydana.
Sabahleyin padişah izleyerek, un çuvalının çobanın evine gittiğini anlamış.
Çok kızmış. Hemen vezirlerine, çocuğu tutup darağacına çekmelerini emretmiş.
Emir emirdir, padişahın vezirleri çobanı yakalamışlar. Darağacına bağlamışlar.
Çocuk ise çakmağına güvenilmiş.
Bir yoklasa, yanında yok.
Hemen vezirlere “Son arzum, son kanadım, ben bu işten çok utandım, müsaade edin de son nefesimle bir cigara bari yakayım” demiş, kavli karar müsaade etmiş.
Çocuk gidip çakmağını almış. Darağacının yanına dayanmış.
Çakmağı bir çakmış yanmamış, ikinciye çakmış yine yanmamış, üçüncüye çakınca, hemen karşısına üç köpek gelivermiş:
Birinin gözleri fincan, birinin değirmen kayası, birinin ise harman kadarmış.
Bunları görünce etraftakiler şaşırıp kalmışlar.
Köpekler hemen:
“Buyurun” demişler.
Çocuk da “Beni şunlardan kurtarın, sizdedir bütün umutlarım” demiş.
İşin ötesini siz düşünün.
Ne padişahı kalmış, ne tek veziri. Hepsi paramparça olmuş.
Padişah kızı çobanın, çoban da padişah kızının olmuş.
Ama buna fakir fukara ne kadar, ne kadar sevinmiş bilseniz!
Çocuk padişah olmuş.
Adını da Çakmakçık koymuşlar.
Bir düğün, bir düğün yapmış Çakmakçık ki, herkes yemiş içmiş.
Kaynak: Kültür Bakanlığı