
Şehzade ile Gulyabani

Şehzade ile Gulyabani
Söz konusu şahın, ava ve at sürmeye meraklı bir oğlu, bir de veziri varmış.
Bu şah vezirine, nereye giderse oğlundan ayrılmaması için emir vermiş.
Bu oğul, günlerden bir gün, at sürüp ava gitmiş; onunla birlikte babasının veziri de saraydan ayrılmış.
İkisi birlikte yol alırken, önlerine canavar görünüşlü bir hayvan çıkmış.
Vezir şehzadeye, “Atını sür, bu garip hayvanı izle!” demiş.
Şehzade de hayvanı gözden yitirinceye kadar izlemiş; ve birdenbire hayvan çölde yitip gitmiş.
Şehzade çok şaşırmış; ve nereye gideceğini bilemediği bir sırada, yolun başında ağlayan genç bir köle kız görmüş.
Şehzade ona, “Sen kimsin?” diye sormuş; kız da, “Hint padişahlarından birinin kızıyım.
Ormanda kervanla yol alırken, uyuma arzusu beni sardı; farkında olmadan atımdan düşmüşüm.
Sonra kendimi yapayalnız ve çok şaşırmış olarak burada buldum” demiş.
Şehzade bu sözleri duyunca, acıma duygusuyla sarsılmış ve onu alıp atının terkisine yerleştirdikten sonra yola koyulmuş.
Terk edilmiş bir harabeden geçerlerken, köle ona, “Efendim, şuracıkta hacetimi görebilir miyim?” deyince, şehzade onu attan indirmiş; sonra da geciktiğini görünce, ağırdan alıyor sanarak ardından gidince, bir de ne görsün: genç kız sandığı bir gulyabani değil miymiş!
Onu, çocuklarına şöyle söylerken duymuş: “Yavrularım, size bugün iyice besili bir genç adam getirdim.” Onlar da kendisine, “Anneciğim, onu bize getir!
Yiyip iyice karnımızı doyuralım!” diyorlarmış.
Şehzade bu sözleri duyunca, öldürüleceğini anlamış; her yanı titremiş, yaşamı için dehşete düşmüş ve geri dönmüş.
Gulyabani ininden çıktığında, onu bir tabansız gibi korkmuş, titremeler içinde görünce ona, “Böyle korkacak ne var?” demiş; şehzade de, “Korktuğum bir düşmanım var” yanıtını vermiş.
Gulyabani ona, “Sen bana bir şehzade olduğunu söylemiştin” deyince; o da, “Evet, doğru!” yanıtını vermiş. Kız da, “Öyleyse, onu engellemek için düşmanına neden biraz para vermiyorsun?” diye
sormuş;
şehzade, “Parayla falan gözü doymuyor ki, ancak ölümle yetinir!
Bundan dolayı yaşamımdan endişe ediyorum, ben kötü talihimin kurbanıyım” diye yanıt vermiş;
O zaman kız da, “Eğer öyleyse, düşmanına karşı Allah’a yalvarmaktan başka çaren yok.
O seni tüm korktuğun bela ve kötülüklerden korur” demiş.
Bunu duyan şehzade, başını göğe kaldırıp: “Sen ki, başı sıkışıp sana sığınanlara yardım edersin; ben de düşmanlarım üzerinde muzaffer olmak için sana sığınıyorum.
Kaldır onları Tanrım, yolumun üzerinden!” diye yakarmış.
Gulyabani bu yakarışı işitince gözden kaybolmuş.
Şehzade, şah babasının yanına varınca; ona, vezirin kötü nasihatini anlatmış; o da vezirin öldürülmesine hükmetmiş.
(Bunu izleyerek Kral Yunan’ın veziri sözünü şöyle sürdürmüş):
”Ey şahım, sen bu hekime arka çıkarsan, o seni ölümlerin en kötüsüyle öldürecektir.
Sen onu lütuflarınla donatsan da, dost olarak kabul etsen de, yine de ölümünü hazırlayacaktır.
Elinde tuttuğun bir şeyle bedeninin dışını saran bir hastalıktan seni kurtarmasının nedenini anlamıyor musun?
Bunun sırf tutacağın ikinci bir şeyle ölümüne yol açmak için olduğuna inanmıyor musun?”
Bunu duyan Kral Yunan, “Doğru söylüyorsun!
Senin düşündüğün gibi yapılmış olabilir, ey uz görüşlü vezirim!” demiş.
“Bu hekimin beni öldürmek için gizlice gelmiş bir casus olması pek mümkündür.
Gerçekten elimde tuttuğum bir şeyle beni kurtarmışsa, örneğin koklatacağı bir şeyle de pekâlâ beni öldürebilir.” Sonra Kral Yunan vezirine, “Ey vezir, onu ne yapmalıyız?” diye sormuş.
Vezir, “Hemen birini kaldığı yere gönderip onu çağırtmalı! Buraya geldiğinde boynunu vurdurmalı!
Böylece kötülüklerini durduracak, sıkıntıdan kurtulup rahatlayacaksın!
O sana ihanet etmeden, sen ona yapacağını yap!” demiş.
Kral Yunan, “Doğru söylüyorsun, ey vezir!” demiş.
Sonra hekimi çağırtmış; hükümdarın kendi hakkında ne düşündüğünü bilmeyen hekim kıvançla huzura girmiş.
– Şairin dizelerde anlattığı gibi:
Ey bahtın darbelerinden korkan kişi rahatla!
Bilmezsin ki, her şey dünyayı yaratan Tanrı’nın elindedir.
Zira yazılan yazılmıştır, asla bozulmaz! Yazılmamış olan içinse hiç korkmamalıdır.
Ve sen Tanrım, seni övmeden geçen bir günüm olabilir mi?
Yoksa, ahenkli üslubumun ve şairce dilimin şahane verisini başka kime harcardım?
Ellerinden kabullendiğim her yeni armağan, Tanrım, bir öncekinden daha güzel, hem de istenmeden gelir.
Böyleyken nasıl olur da senin görkemini, tüm görkemini, kendi içimde ve halk içre övmem!
Ama itiraf etmeliyim, ağzım yeter güzellikte övgüler düzemiyor; sesim sana ilahiler söyleyecek kadar tatlı, sırtım da verdiğin nimetleri taşıyacak kadar güçlü değil!
Ey Allah’ın kulu, şaşkınlık içindeyken, meseleni, tek bilge olan Tanrı’ya bırak ve artık yüreğine insandan yana girecek dertlerden korkma! Ve de bil ki, hiçbir şey senin iradenle oluşmaz; sadece Bilgelerin Bilgesi olan Tanrı’nın iradesiyle oluşur.
Asla umutsuzluğa kapılma!
Tüm dertlerini, tüm kaygılarını unut !
Bilmez misin ki kaygılar, en sağlam, en güçlü yürekleri yıpratır?
Öyleyse, bırak her şeyi!
Tek düzenleyicinin karşısında kurduğumuz düzenler kudretsiz köle düzenlerinden başka bir şey değildir.
Bırak geçip gitsinler!
Sürekli mutluluğu tatmaya bak!
Hekim Rûyan huzuruna geldiği zaman kral ona, “Seni niçin huzuruma çağırdığımı biliyor musun?” diye sormuş.
Hekim, “Bilinmeyeni kimse bilmez; ancak Yüce Tanrı bilir!” demiş.
Kral, ona, “Seni öldürmek, ruhunu bedeninden ayırmak için çağırttım” demiş.
Bu sözleri işiten Hekim Rûyan, görülmedik bir heyecanla sarsılmış; ve “Kralım, beni niçin öldüreceksin?
Acaba ne gibi bir kusur işledim?” diye sormuş.
Kral, ona “Senin bir casus olduğun ve beni öldürmek için gelmiş bulunduğun söyleniyor.
Böyle olunca, sen beni öldürmeden, ben seni öldüreceğim” yanıtını vermiş.
Sonra celladı çağırtmış ve ona, “Bu hainin boynunu vur, bizi belasından kurtar!” demiş.
Hekim, “Beni bağışla ki, Tanrı da seni bağışlasın!
Beni öldürtme, yoksa Tanrı da senin canını alır!” diye yakarmış.
Sonra ey ifrit, benim sana yalvardığım, ama dinlemediğin; aksine ölümümü istemekte ısrar ettiğin gibi, o da yakarılarını krala tekrarlamış!
Sonunda Kral Yunan, hekime, “Seni öldürtmedikçe güven bulamayacağım, rahata kavuşamayacağım.
Çünkü senin, elime aldığım bir şeyle beni kurtardığın gibi, koklatacağın bir şeyle ya da bir başka yolla, beni öldüreceğine kuvvetle inanıyorum,” Hekim ona, “Efendimiz, benim ödülüm bu mu olacaktı, sen iyiliği, kötülükle mi karşılarsın?” demiş.
Ama kral, ona, “Senin gecikmeden ölmen gerekiyor!” demiş.
Hekim, kralın kendi ölümünü kesin olarak istediğini iyice anlayınca, ağlamış ve layık olmayanlara hizmet etmenin verdiği üzüntüyle kahrolmuş,
Bu konuda şair demiş ki:
Genç ve çılgın Maymune, tüm ruh yüceliğinden yoksundu gerçekte!
Ama, babasının, aksine, göğsü merhamet, yüreği iyilikle doluydu.
Ve de bakın ona!
Elinde meşale olmadan yola çıkmaz; böylece yürürken sokağın çamurundan, yolların tozundan ve tehlikeli kaymalardan sakınırdı.
Bunu izleyerek cellat ilerlemiş; hekimin gözlerini bağlamış; sonra palasını çekerek krala, “İzninle!” demiş.
Ancak hekim sürekli ağlıyor; krala da “Beni koru ki Allah da seni korusun!
Beni öldürme ki, Allah da senin canını almasın!” deyip duruyormuş.
Ve de şairin şu dizelerini okuyormuş:
Kendi kendime verdiğim öğütler yerini bulmadı; oysa cahillerin öğütleri başarı sağladı.
Bense sadece hoşgörüden nasibimi aldım.
Bu yüzden, eğer yaşayacak olursam, kendime öğüt vermekten sakınacağım!
Ölürsem eğer, benim başıma gelen, başkalarının dillerini tutmaları için örnek oluşturacak!
Sonra, krala, “Benim ödülüm bu mu olacaktı? Sen bana vaktiyle bir timsahın davrandığı gibi davranıyorsun” demiş.
Bunu duyan kral, “Bu timsah öyküsü de nedir?” diye sorunca;
hekim ona, “Bu durumda iken sana bunu anlatmam olanaksız” demiş;
“Allah aşkına, beni bağışla, Tanrı da seni bağışlasın” diye eklemiş; ve sonra yeniden gözyaşlarına boğulmuş.
O sırada kralın gözdelerinden birileri ayağa kalkarak, “Efendimiz, bu hekimin kanını bize bağışla!
Çünkü biz onun sana karşı kusur işlediğini hiç görmedik; aksine, başka hekimlerin ve bilginlerin çare bulamadığı derdinden seni kurtardığını gördük!”
Kral onlara, “Siz bu hekimin öldürülmesinin nedenini bilmiyorsunuz” demiş:
“Onu bağışlarsam; ben, çaresiz kahrolacağım.
Çünkü elime bir şey vererek beni ölümden kurtaran kimse, koklayacak bir şey vererek beni öldürmeye de kadirdir.
Böylece, ben onun ölümle elde edeceği bir bedel uğruna beni öldürmesinden korkuyorum.
Zira, bu kişinin, buraya beni öldürmek için gelmiş olması mümkündür.
Onun için ölmesi gerekli.
Böylece kendi başıma korkusuz yaşarım” demiş.
Bunu duyan hekim, yine “Beni bağışla ki, Tanrı da seni bağışlasın! Beni öldürme, yoksa Allah da senin canını alır!” demiş.
Ve ey ifrit, hekim, kralın, çaresiz, kendisini öldürtmek zorunda bulunduğundan emin olunca; ona, “Efendimiz, eğer ölümüm gerçekten zorunlu ise, bana bir süre tanı ki, evime gideyim!
Bütün işlerimi yoluna koyayım!
Ana-babama, komşularıma, cenazemi kaldırmaları için talimat vereyim!
Ve özellikle tıpla ilgili kitaplarımı birilerine armağan edeyim!” demiş;
“Bir de bir kitabım var ki, gerçekten alıntıların alıntısı ve ‘Ender-i nadirat’tandır, onu size armağan olarak vermek istiyorum; kitaplığınızda itinayla saklayın diye!” Bunu duyan kral, hekime, “Nedir
bu kitap?” diye sormuş; o da, “Değer biçilmez şeyler içerir.
Açıkladığı sırlardan pek önemli olmayan biri şu: Başımı vurdurursan, kitabı aç ve sayarak üç sayfa çevir; sonra soldaki sayfadan üç satır oku!
Kestirdiğin baş sana seslenecek ve ona soracağın her soruyu yanıtlayacaktır!” demiş.
Bu sözleri duyan kral şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmüş; sevinçten ve heyecandan titremiş ve “Ey hekim, senin başını vurdursam da konuşacak mısın?” diye sormuş.
Hekim de, “Evet, gerçekten öyle, efendim!
Kitapta, bu hayret verici şey de yazılı!” demiş.
Bunun üzerine kral ona gitmesi için izin vermiş; ancak adamlarını da yanına katmış.
Hekim bir-iki gün içinde işlerini görmüş.
Sonra yeniden kralın huzuruna çıkmış.
Buraya emirler, vezirler, mabeyinciler ve naiplerle krallığın tüm önde gelenleri de gelmiş; divan (her renkten ve biçimden giysilerle) çiçek dolu bir bahçeye dönmüş.
O sırada, hekim, divana girmiş ve kralın önünde ayakta durmuş; elinde eski bir kitap ve içinde bir tür toz bulunan bir sürme kutusu taşıyormuş.
Sonra oturmuş ve “Bana birisi bir tabak getirsin!” demiş; sonra da tozu tabağa dökerek tabana yaymış; ve “Ey kral!
Bu kitabı al!
Ama başımı vurmadan önce kullanma; başım vurulunca, onu, içinde toz bulunan şu tabağa koydur!
Kanımı dindirsinler! Sonra kitabı aç!” demiş.
Ancak kral acelesi yüzünden onun söylediklerini pek dinlememiş.
Kitabı almış ve sayfaların birbirine yapışık olduğunu görmüş; parmağını ağzına koyup tükürüğüyle ıslatmış; ve ilk sayfayı açmayı başarmış.
İkinci, üçüncü, sayfalar için de aynı hareketi tekrarlamış; ve her seferinde sayfalar büyük bir güçlükle açılmış; sonra okumaya çalışmış; ama sayfalar üzerinde hiçbir yazı yokmuş.
Kral, “Ey hekim, burada yazılı bir şey yok!” demiş.
Hekim, “Aynı tarzda açmaya devam et!” demiş; kral da yaprakları çevirmeye devam etmiş.
Ancak daha birkaç dakika geçmemiş: O anda kralın kanına zehir işlemeye başlamış; çünkü kitap zehirli imiş.
Kral, müthiş titremeler içinde yere düşmüş, ve “Zehirlendim, zehirlendim!” diye haykırmaya başlamış.
Hekim Rûyan, ona seslenerek şu dizeleri okumaya başlamış.
Şu yargıçlar!
Yargılar ya, bazen kendi yetkilerini aşarak tüm adaleti bir yana bırakırlar!
Bununla birlikte, efendim, adalet vardır!
Zamanı gelince, onları da yargılarlar.
Eğer dürüst ve iyi iseler yakayı kurtarırlar.
Ama zulmetmişlerse, Kader de onlara zulmeder ve en kötü sıkıntılara uğratır!
Gelip geçenlerin alaylarına ve acımalarına alet olurlar.
Yasa budur!
Bu da ondan ötürüdür!
Ve Kader sadece mantıkla işini yürütür!
Hekim Rûyan bu dizeleri okuyup bitirirken, kral da o anda can vermiş.
Böylece, ey ifrit, bil ki, Kral Yunan, Hekim Rûyan’ı bağışlasaydı, Tanrı da sırası gelince onu bağışlayacaktı.
Ama o bunu reddetti, ve ölümüne kendi karar vermiş oldu.
Sen de, ey ifrit, beni bağışlamak isteseydin, Allah da seni korurdu.
Anlatısının burasında, Şehrazat, sabahın ışığını görmüş ve yavaşça susmuş.
Kızkardeşi Dünyazat, “Ne hoş bir anlatışın var” demiş; o da, “Efendimiz beni bağışlar da sağ kalırsam, bu akşam anlatacaklarımın yanında bunlar hiç kalır” demiş.
Sonra o geceyi sabaha değin birlikte tam bir mutluluk ve bahtiyarlık içinde geçirmişler.
Sonra şah, divanına çıkmış; ve divan dağılınca, sarayına dönmüş ve de yakınlarıyla buluşmuş.
Altıncı Gece Gelince
Şehrazat söze başlamış:
Ey bahtı güzel şah.
İşittim ki, balıkçı, ifrite, “Sen beni bağışlamış olsaydın, ben de seni bağışlardım; ama sen ölümümü istediğinden, ben de seni bu küpe hapsedip denize fırlatarak ölüme mahkûm edeceğim” demiş.
Bunu duyan ifrit, haykırarak: “Allah aşkına ey balıkçı!
Bunu yapma!
Büyüklük et, beni bağışla!
Yaptıklarıma da sakın kızma!
Ben suç işlediysem, sen iyilik et!
Atasözleri ne demiştir: ‘Kötülük yapma sen, iyilik yap! Kötünün suçunu tümden bağışla!’ Ve sen balıkçı! Sakın Umâne’nin Atîka’ya yaptığını yapma!” demiş;
Balıkçı, “Neymiş bu olay?” diye sorunca, ifrit, “Şimdi bunu anlatmanın sırası değil, beni küpten çıkarınca, onların başından geçenleri anlatırım!” diye yanıt vermiş.
Balıkçı, “Yo! Seni, oradan çıkmaya hiç imkân bulamayacağın şekilde, kesinlikle, denize atmam gerek!
Yalvararak sana başvurduğumda, sana karşı hiçbir suçum, alçakça bir davranışım olmadığı halde ölümümden başka şey düşünmedin; oysa ben sana sadece iyilik etmiştim küpten çıkararak…
Bana karşı böyle davrandığına göre, senin bozuk bir soydan geldiğin anlaşılıyor.
Ve de bil ki, senin durumunu, denizden çıkarıp seni yeniden kurtaracaklara açıklamadan küpü denize fırlatmayacağım.
Böylece onu açmadan, tekrar denize firlatacaklar; ve sen sonsuza kadar her türlü işkenceyi tadarak orada kalacaksın!” demiş.
İfrit ona yanıt vermiş:
“Beni bırak, sana şimdi öyküyü anlatacağım; bir daha kötülük de etmeyeceğim; bir de seni sonsuza dek zenginleştirmek için olanak sağlayacak bir yol göstereceğim” Bunun üzerine balıkçı ona inanmış ve onu özgür bırakırsa, yalnız kendisine kötülük etmeyeceğini değil, iyilik de edeceğini düşünmüş.
Onun iyi niyetine ve vaadine tümden güvenerek; ve ona “kadir-i mutlak” Tanrı üstüne yemin ettirdikten sonra, balıkçı, küpün kapağını açmış.
Küpten tamamen çıkıncaya kadar duman yükselmeye başlamış; sonra da bu duman yüzü korkunç çirkinlikte bir ifrite dönüşmüş.
İfrit küpe bir tekme vurarak onu denize yuvarlamış.
Balıkçı küpün denize yuvarlandığını görünce, hiç kuşku duymamacasına mahvolduğuna inanmış; korkudan çişini kaçırmış ve kendi kendine “Bu hiç de hayra alamet değil!” demiş.
Sonra yüreğini bütün tutmaya çalışarak, “Ey ifrit, Yüce Tanrı ‘Vaadini tut!
Çünkü bunun hesabı sorulur’ buyurmuştur.
Sen, bana, yeminle, ihanet etmeyeceğini vaat ettin.
Yeminine sadık kalmazsan Tanrı seni cezalandırır, gazabından korkulur; sabırlıysa da unutkan değildir.
Sana, Hekim Rûyan’ın Kral Yunan’a söylediği, ‘Beni bağışla ki, Tanrı da seni bağışlasın!’ deyişini hatırlatırım” demiş.
Bu sözleri duyan ifrit, gülmeye başlamış; onun önünden yol alarak, “Ey balıkçı, beni izle!” demiş. Balıkçı da, güvenliğinden pek emin olmadan onun ardından yürümeye başlamış; böylece kentten tüm olarak uzaklaşmışlar ve onu gözden yitirmişler; sonra da bir dağa tırmanmışlar; oradan da ortasında bir göl bulunan tenha bir vadiye inmişler.
Bunun üzerine ifrit durmuş ve balıkçıya ağını suya atmasını ve avlamasını emretmiş; balıkçı suya bakmış; orada beyaz, kırmızı, mavi ve sarı balıklar görmüş; şaşırmış kalmış; sonra ağını göle fırlatmış; çekince dört balığın ağa takıldığını görmüş; her bir balık ayrı bir renkte imiş.
Bunu görünce, sevinmiş.
İfrit ona “Bu balıklarla Sultan’ın huzuruna çık ve bunları ona sun!
O da sana bir servet verecektir ve şimdi Allah aşkına, özrümü kabul et!
Korkarım ki, yeryüzünde yaşayan hiç kimseyi görmeden bin sekiz yüz yıldır deniz altında kaldığım için nezaket kurallarını unuttum!
Sana gelince, her gün buraya balık avlamaya gel!
Ancak bir kereden fazla ağ atma!
Şimdi Tanrı’ya emanet ol!” demiş.
Bunu söyleyerek iki ayağını vurunca, yer yarılmış, ifriti yutmuş.
Bunun üzerine balıkçı, ifritle başından geçenlere çok şaşarak, kente dönmüş; sonra da, balıkları alarak, bunları evine götürmüş; bunu izleyerek, toprak bir kap alarak bunu suyla doldurmuş;
içine balıkları koymuş; balıklar su içinde oynamaya başlamışlar.
Sonra, kabı başının üzerine yerleştirerek ifritin önerdiği gibi, Sultan’ın sarayına doğru yol almış.
Balıkçı Sultan’ın huzuruna çıkınca, balıkları ona sunmuş; Sultan, balıkçının kendisine sunduğu bu balıkları görünce hayranlığın doruğuna ulaşmış; çünkü, gerek nitelik, gerek tür bakımından ömrünce bunların benzerini görmemiş imiş.
Sonra, “Bu balıkları aşçımız zenci kadına verin!” demiş.
Bu köle, ona ancak üç gün önce Rum ülkelerinin kralı tarafından armağan olarak verilmiş ve de aşçılık marifeti henüz denenmemiş imiş.
Vezir ona balıkları kızartmasını emretmiş ve “Ey aşçı, hükümdar sana ulaştırmak üzere bana şu emri verdi:
‘Ey gözyaşım!
Seni bir hazine gibi, dertli günümde dökmek için sakladım’ atasözünün dediği gibi, sen de mutfaktaki marifetini, tabaklarındaki tat zenginliğini bugün göstereceksin; çünkü Sultan bugün kendisine hediyeler getiren bir kimseyi kabul etti!” demiş.
Vezir, bunları söyleyip her tür tavsiyelerini de ekleyerek oradan ayrılmış.
Sultan, balıkçıya dört yüz dinar verilmesini emretmiş.
Parayı alan balıkçı, bunu giysisinin cebine yerleştirmiş; mutlu ve sevinçli, karısının yanına, evine dönmüş.
Sonra da çocuklarına, ihtiyaçları olan her şeyi satın almış.
Bu sırada zenci aşçı, balıkları almış, temizlemiş ve tavaya sıralamış; bir yanlarını iyice kızarttıktan sonra, öbür yanlarını çevirmiş.
Fakat, birdenbire duvar yarılarak endamı güzel, yanakları parlak ve yüz hatları zarif, gözleri sürmelenmiş, vücudu ince ve zarafetle öne eğilmiş; başı mavi bir yazmayla örtülü, kulağında küpeler, kolunda bilezikler, parmağında değerli taşlarla bezenmiş yüzükler bulunan bir genç kız çıkagelmiş; elinde kamıştan bir değnek tutuyormuş; ocağa yaklaşmış ve elindeki değneği tavaya uzatarak, “Ey balıklar, sözünüzü her zaman tutuyor musunuz?” demiş.
Bunu gören köle bayılmış; genç kız sorusunu ikinci, üçüncü kez tekrarlamış.
Bunun üzerine tavanın içindeki tüm balıklar, başlarını kaldırarak, “Evet! Evet!” demişler. Sonra hep bir ağızdan şu dizeleri okumuşlar:
Sen geriye dönersen, biz de döneriz; sen vaadini tutarsan, biz de bizimkini tutarız.
Ama kaçmaya kalkışırsan, borcunu ödeyinceye kadar haykırıp dururuz.
Bu sözler üzerine genç kız tavayı devirmiş, geldiği yerden çıkıp gitmiş ve mutfağın duvarı yeniden kapanmış.
Köle kadın, baygınlığı geçince, dört balığın yanmış, kara kömüre dönmüş olduğunu görmüş; kendi kendine, “Zavallı balıklar” demiş; sonra kendi durumunu düşünerek ve de bir deyişi hatırlayarak, “İlk saldırıda bozguna uğrandı” demiş.
Kendi kendine dövünüp dururken, vezir ardından, omuz başında belirivermiş; ve ona, “Balıkları Sultan’a götür!” demiş.
Köle ağlamaya koyulmuş ve olup biteni vezire anlatmış; vezir çok şaşırmış ve “Bu, gerçekten garip bir öykü!” demiş.
Balıkçıyı aratmış ve huzuruna getirince, ona, “İlk kez getirmiş olduğuna benzer dört balık daha getirmen gerekiyor” demiş.
Balıkçı göle yollanmış; ağını atmış ve yakaladığı dört balığı vezire getirmiş.
Vezir de onları zenci kadına vermiş ve “Al bunları, benim huzurumda kızart ki, bu işin nasıl olduğunu anlayayım!” demiş.
Zenci davranıp balıkları hazırlamış; ve ateş üzerindeki tavaya yerleştirmiş.
Böylece, birkaç dakika geçmiş geçmemiş, duvar yarılı vermiş ve genç kız evvelce görüldüğü giysilere bürünmüş bir biçimde ve elinde aynı değnekle görünmüş; değneği tavaya doğru uzatmış ve “Ey balıklar, balıklar! Eski sözünüzü hâlâ tutuyor musunuz?” diye sormuş; balıklar hep birden başlarını tavadan kaldırarak ağız birliğiyle şu dizeleri okumuşlar:
Geri dönersen, sana öykünürüz; yeminini tutarsan,
biz de tutarız. Ama verdiğin sözleri inkâr edersen belanı
bulasıya kadar beddua ederiz!
Bu anda Şehrazat, şafağın söktüğünü görmüş ve susmuş.
Yedinci Gece Gelince
Söze başlayarak:
Ey bahtı güzel şahım, işittiğime göre, balıklar konuşmaya başlayınca genç kız, değneğiyle tavayı devirmiş ve girdiği yerden çıkıp gitmiş; duvar da kapanmış.
Bunu gören vezir, ayağa kalkmış ve “Bu işi Sultan’dan saklamam imkansız!” demiş.
Sonra Sultan’ın huzuruna çıkarak gördüklerini anlatmış.
Sultan da, “Bunu kendi gözlerimle görmem gerek!” demiş; ve adam gönderip balıkçıyı aratmış; ve öncekilere benzer dört balıkla gelip kendisini görmesini buyurmuş; bu maksatla da kendisine üç gün süre tanımış.
Ama balıkçı hemen göle gitmiş; ve dört balık alıp getirmiş. Bunun üzerine Sultan kendisine dört yüz dinar verilmesini emretmiş ve vezire dönerek, “Bu balıkları benim önümde sen kendin hazırla!” demiş.
Vezir, “Duyduk ve itaat ettik” demiş ve balıkları iyice temizledikten sonra, tavayı Sultan’ın huzuruna getirmiş ve kızarmak üzere balıkları içine koymuş; bunu izleyerek, bir yanlarını kızarttıktan sonra, öbür yanlarını çevirmiş ve birdenbire mutfağın duvarı yıkılmış ve buradan mandalardan bir mandaya ya da Had Kabilesindeki devlerden birine benzer bir zenci çıkmış; elinde yeşil bir ağaç
dalı tutuyormuş; açık-seçik ve müthiş bir sesle, “Balıklar, hey
balıklar!
Eski vaadinizi her zaman tutuyor musunuz?” demiş.
Balıklar da tavanın içinden başlarını çıkararak, “Evet, evet, kuşkusuz!” demişler; ve hep bir ağızdan şu dizeleri okumuşlar:
Sen geriye dönersen, biz de döneriz; sen vaadini tutarsan,
biz de bizimkini tutarız. Ama sen yan çizersen,
vaadini yerine getirinceye kadar haykırırız.
Sonra zenci ocağa yaklaşmış; elindeki dalla tavayı devirmiş; balıklar yanmışlar; kömüre dönmüşler.
Bunun üzerine zenci içeri girdiği yerden çekip gitmiş.
Zenci herkesin gözü önünde kaybolunca, Sultan yöresindekilere, “Gerçekten görüp de suskun kalmamız mümkün olmayan bir durum karşısındayız” demiş;
“Ve de hiç kuşkusuz bu balıkların garip bir öyküsü olmalıdır” diye eklemiş.
Bunun üzerine balıkçıyı getirtmiş; balıkçı gelince de, “Bu balıkları nereden tuttun?” diye sormuş; o da, “Kente egemen olan dağın ardındaki dört tepe arasında bulunan bir gölden!” yanıtını vermiş.
Sultan balıkçıya dönüp, “Oraya gitmek için kaç gün gerek?” diye sormuş.
Balıkçı, “Sultanımız efendimiz!
Sadece yarım saat yeter!” demiş.
Sultan çok şaşırmış; ve askerlerine hemen balıkçıya yoldaşlık etmelerini emretmiş.
Balıkçı da, çok kızarak, içinden ifrite küfretmeye başlamış; ve Sultan ile herkes yola koyulmuş, dağa çıkmışlar, sonra da daha önce hiç görmedikleri geniş bir boşluğa inmişler.
Sultan ve askerleri dört tepe arasında bulunan bu uçsuz bucaksız çölü ve dört ayrı renkten, kırmızı, beyaz, sarı ve mavi balıkların oynaştığı gölü görünce şaşırıp kalmışlar.
Sultan durup askerlerine ve orada bulunan herkese, “İçinizde, daha önce burada bir göl olduğunu bilen var mı?” diye sormuş.
Hepsi birden, “Yo, hayır” diyerek yanıt vermişler.
Sultan da, “Vallahi! Bu göl ve içindeki balıklar hakkında gerçeği öğrenmeden kente dönmem ve tahtıma oturmam!” demiş ve askerlerine çevredeki tepeleri çember içine almalarını emretmiş; onlar da bu emri yerine getirmişler.
Bunun üzerine Sultan, vezirini çağırmış, Bu vezir, ağzı iyi laf yapan, tüm bilimleri öğrenmiş, bilgili bir adam, bir bilge imiş.
Sultan’ın huzurunda eğilip iki eli arasından yeri öpünce, Sultan ona, “Bir şey yapmak, ancak ilkin seni haberli kılmak İstiyorum; bu gece kendi başıma yola çıkıp bu göl ve içindeki balıkların
sırrını kendi başıma aramak niyetindeyim.
Sen benim otağımın kapısını tutacak ve emirlere, vezirlere ve mabeyincilere, ‘Sultan rahatsız, yanına hiç kimsenin girmemesi için emir verdi!’ diyeceksin; ve benim niyetimi kimseye açıklamayacaksın!” demiş.
Sultan, bunu izleyerek kılık değiştirmiş; kılıcını kuşanmış ve görünmeden, çevresinde bulunanlardan uzaklaşmış.
Sonra yola koyulup sıcaktan bunalıp dinlenmek zorunda kalasıya kadar durmaksızın, bütün gece, sabaha dek yürümüş.
Bundan sonra, yeniden yola koyulup günün geri kalan bölümünü ve ertesi geceyi yürüyerek geçirmiş.
İşte o sırada ufukta siyah bir şey görmüş; buna sevinerek kendi kendine, “Orada beni bu göl ve içindeki balıklar hakkında aydınlatacak birini bulmam mümkün!” demiş.
Bu siyah şeye yaklaşırken, bunun çelik levhalarla pekiştirilmiş ve tamamıyla kara taşlarla inşa edilmiş bir saray olduğunu ve de kapısının bir kanadının açık, ötekinin kapalı olduğunu görmüş.
Buna sevinmiş; kapının önünde durarak yavaşça çalmış; yanıt alamadığından ikinci ve üçüncü kez çalmış; yine yanıt alamamış; bu kez dördüncü kez ve daha kuvvetli çalmış; ama ona kimse yanıt vermemiş; o zaman kendi kendine, “Bu sarayın boş bulunduğuna kuşku yok!” demiş; bunun üzerine cesaretini toplayarak sarayın kapısından içeri sızmış. Orada, yüksek sesle, “Ey sarayın sahipleri, ben bir yabancıyım, yoldan geçen biri; ve sizden yolculuk için biraz yiyecek istiyorum” demiş.
Sonra dediklerini ikinci, üçüncü kez tekrarlamış; ama yanıt alamamış; yüreğini pekiştirmiş ve cesaretini toplamış ve koridordan geçerek sarayın ortasına kadar gelmiş; orada da hiç kimseyi bulamamış. Ama sarayın her yanının değerli halılar ve perdelerle süslenmiş olduğunu ve sarayın iç avlusunun ortasında, göz kamaştıran inciler ve değerli taşlarla işlenmiş, ağızlarından suların boşaldığı, kırmızı altından dört aslanın çevrelediği bir havuz bulunduğunu görmüş; havuzun yöresinde, sarayın üstüne gerilmiş geniş bir ağın engellemesiyle dışarıya uçamayan birçok kuş
varmış.
Sultan bütün bunlara şaşıp kalmış. Ama gölün ve balıkların, dağların ve sarayın sırrını kendisine açıklayabilecek hiç kimse görmediğine de üzülmüş.
Sonra iki kapı arasına oturup derin derin düşünmeye başlamış.
Ama birdenbire kederli bir yürekten kopar gibi hafif bir şikâyet; ve de kısık bir sesin şu dizeleri okuduğunu duymuş:
Çektiğim acılar!
Ah onları gizleyemiyorum ve de aşktan yana derdim ortada.
Ve şimdi gözlerimdeki uyku gecenin karanlığında uykusuzluğa döndü.
Ah, aşk!
Beni görmeye geldi!
Ama düşüncelerime de ne işkenceler getirdi.
Acıyın, bana! Bırakın huzuru tadayım!
Ve, ona acı çektirmek için tüm ruhum olan o sevgiliyi ziyaret etmeyin!
Çünkü acılar ve belalar içinde, benim tesellimdir o!
Sultan mırıltı halindeki bu şikâyetleri işitince, ayağa kalkıp sesin geldiği yana yönelmiş.
Orada, üzerine perde gerilmiş bir kapı bulmuş.
Bu perdeyi kaldırmış ve büyük bir salonda bir arış yükseklikteki bir yatakta oturan genç bir adam görmüş.
Bu genç adam ince yapılı ve yakışıklıymış; tatlı ve akıcı bir konuşması varmış; alnı çiçek, yanakları gül yaprağı gibiymiş; yanaklarından birisinin ortasında, bir siyah amber damlası gibi bir ben
varmış. Hani şair ne demiş:
Çocuk ki, tatlı ve narin
Karanlıklardan süzülür saçlar
Öylesine siyahtır ki geceyi oluşturur
Aydınlık alnı
Öylesine beyaz ki geceyi ışığa boğar.
Zarafetinin temaşası,
İnsan gözünün hiç görmediği bir şenliktir.
Gözünün birinin hemen altında
Pembe yanağının üstünde
Tüm gençler arasından onu hemen fark ettiren
Eşsiz bir beni vardır.
Onu görünce Sultan sevinmiş ve “Barış seninle olsun!” demiş; Genç adam yatağının üzerinde oturmayı sürdürmüş; ama, tüm kişiliğine yayılmış kederli bir sesle Sultan’ın selamını yanıtlamış
ve ona, “Efendim, yerimden kalkamadığım için beni bağışla!” demiş.
Şah da ona, “Ey delikanlı, bana bu gölün ve renkli balıklarının; ve de bu saray ile yapayalnızlığının ve gözyaşlarının sırrını açıkla!” demiş.
Bu sözleri duyunca, genç adam, yüzünden süzülen bol gözyaşlarıyla ağlamış; Sultan şaşırıp kalmış ve, “Ey delikanlı! Seni böyle ağlatan nedir?” diye sormuş. Genç de, “Bu durumda olup da nasıl ağlamam?” demiş; ve de ellerini uzatarak giysisinin uzun eteklerini tutup kaldırmış.
Şah bakmış ki, gencin gövdesinin altı tümüyle mermer kesilmiş; öteki yarısıysa, göbek deliğinden saçlarına kadar canlı bir insanınki gibiymiş.
Genç adam Sultan’a, “Bil ki, efendim balıkların öyküsü öylesine gariptir ki, herkes öğrensin diye, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, uyanık gözlemci için bir ders olurdu” demiş.
Ve delikanlı bu öyküyü şöyle anlatmış:
[…] Şehzade ile Gulyabani […]