Küçük Bahadır

Bir varmış, bir yokmuş, eski zamanda bir padişah yaşarmış.

O dinç hayat geçirmeyi, halkı da tok ve rahat yaşamayı arzu edermiş.

Padişah dünyadaki en güzel meyvelerden getirterek ekip, muhteşem bir bağ vücuda getirmiş.

Bağın ortasına altın elma fidanını ekmişmiş.

Elma tez vakit içinde meyveye durmuş.

Onun meyvesi hiç bir elma meyvesine benzemezmiş.

Bunu görüp padişah bir hayli memnun olmuş.

Lâkin üçüncü yıl elma tam olgunlaştığı sırada; meyvesi günden güne azalmış.

Padişah vezirlerini çağırıp, bağdaki hadiseyi sormuş.

O günden itibaren bağa bekçi konulmuş.

Padişah her gün elmayı sayar imiş, her gün bir iki tane çıkıyormuş.

O gece padişah bir vezirini iki asker ile gözetlemeye koymuş.

Ertesi sabah saysa, elma yine azalmış.

Başka vezirlerini de bekçi koymuş.

Elma önceki gibi azalmaya devam etmiş.

Nihayet padişahın kendisi beklemiş.

Uyuya kalıp, hiçbir şey sezmemiş.

Sabahleyin meyveyi saysa, elma yine eksilmiş.

Padişahın üç tane oğlu olup; iki tanesinin annesi zengin hanedan kızı, küçük oğlunun anası ise fakir kızı imiş.

Bunun için midir, küçük oğlundan hoşlanmazmış.

Küçük oğlu ise zeki, akıllı ve çok şuh imiş.

Bağdaki altın elmanın eksilmesini küçük oğlundan bilmiş.

O zaman büyük oğlu gelmiş. O, babasına:

– Babacığım, üzgün görünüyorsunuz, ne oldu? diye sormuş.

Padişah şüphesini söylemiş, elma hırsızını hiç kimsenin yakalayamadığını, bundan dolayı üzgün olduğunu anlatmış.

– Ya, baba, bunun için mi üzülüyorsunuz!

Bugün beni gönderin, hırsızı ben yakalayıp geleyim, demiş büyük oğul.

Padişah büyük oğluna izin vermiş.

Büyük oğul eline kocaman sopa alıp, bağdaki altın elmanın al tına gidip oturmuş.

Gece, zifiri karanlık, her tarafta çıt yok imiş.

Padişahın büyük oğlu hırsız benim burada olduğumu bilmesin diye, yüksek otların içine girip gizlenmiş.

Nihayet ay tepsi gibi olup her tarafı aydınlatmış.

Etraf sessiz, hiç bir şeyden eser yok imiş.

Şehzadeyi uyku basmış.

Bir vakit uyanıp baksa, tan atmış.

Tam o sırada padişah gelmiş.

Oğlundan sormak yerine elmayı saymaya başlamış.

Meyve yine eksilmişmiş.

O, başını eğip, tahtına oturmuş.

Padişahın kederli hâlini görüp, ortanca oğlu onun dalgınlığını bölmüş:

– Baba, hırsızı ağabeyim yakalayamamış, bugün ben bekleyeyim, demiş.

Padişah gülerek:

– Güvenilir adamlarım, senden büyük ağabeyin yakalayamayınca, sana yol mu açıldı? demiş.

Israr edince,  oğlunun yüzüne duramayıp razı olmuş.

Sevgili oğlunun yanına iki vezirini katmış.

“Hırsız, şimdi elbette ele geçecek” diye kendine teselli vermiş.

Bağda yine çıt yokmuş.

İki vezir ve ortanca oğul uykuları gelse de gözlerini ovuşturup, birbirlerini dürtüp durmuşlar.

Birinci vezir: “Ben artık da-yanamayacağım, uykum geliyor” diye yumuşak ota yan gelip uyumuş.

İkinci vezir ile ortanca oğul zaman geçtikçe uyuklamaya başlamışlar.

Ay da batmış, etrafı tan karanlığı basmış.

Nöbetçilik yapmakta olan ortanca da elmaya dayanıp uyuya kalmış.

Kalkıp, gözünü açıp etrafa bakmış.

Tan atmış, her taraf aydınlanıp gitmişmiş.

Ortanca oğul iki vezir ile sohbet ederken, bağa padişah girip gelmiş:

– Ne diyorsunuz? demiş ve altın elma ağacına bakmış.

Elma yine eksik mi? diye sinirlenmiş.

O zaman küçük oğul padişaha:

– Baba, bugün beni bağa gönderin, altın elma hırsızını yakalayayım, demiş.

Bu sözü işiten padişah sinirlenip, şüphelendiği oğlunu terslemiş.

Senden büyük adamlar, iki ağabeyin de yakalayamadı da, sen ne yapıp yakalayacaksın, demiş.

Küçük oğul babasının böyle cevabından irkilmiş, bilekleri güçle dolmuş.

Yüreğinde ateş yanmış.

Babasının izin vermeyişine bakmaksızın, akşamleyin ekmek, bıçak ve biraz tuz alıp bağa gitmiş.

O ne olursa olsun, elmanın yok oluş sırrını öğrenmeye ahdetmiş.

Gece karınlık imiş.

Küçük oğul bir etrafa, bir göğe, bir elmanın tepesine bakarmış.

Nihayet gece yarısını geçmiş.

Gece perdesini yarıp, dağa arkasından ay çıkmış.

Ay küçük oğula: “Belki sen sıkılıyorsundur, ben sana yoldaş olmaya geliyorum” der gibi gelmiş.

Küçük oğulun bütün fikrini ayın güzelliği kendisine çekmiş.

O, elmanın en üst dalına çıkıp, aya bakmış, etrafını güzelce gözetlemiş.

Nihayet küçük oğulun hareketli gözlerini uyku basmaya başlamış.

Yanındaki çakısıyla tabanını dilmiş.

Lâkin uyku üstün gelmeye başlamışmış.

Küçük oğul dilinen tabanına tuz serpmiş.

O sırada uzakta uçan at peyda olup, elma tarafına gelivermiş.

Onun kanatları uzun, yeleleri parlarmış.

At uçarak gelip, ihtiyatla yere inmiş ve bir elmayı yemiş.

Tam ikincisini yerken, küçük oğul onun üstüne atlayıp yelesinden sıkıca yakalamış.

At gökyüzüne kanat açmış.

Küçük oğul onun kanadını yakalayınca at yavaş yavaş yere inmeye başlamış.

At dile gelip:

– Ben seni iyi tanıyorum, sen padişahın üçüncü oğlusun, baban seni kötü görür.

Beni padişahın katına alıp varsan, sevgili oğullarının başaramadığını sen becerdiğinden sinirlenecek, beni öldürecek.

İyisi mi beni bırak git.

Bahtımı denemek için buradan gideyim dersen, istediğin yere iletip bırakayım, demiş.

Küçük oğul atın sözlerine hayran olmuş.

Ağa-beylerinden gördüğü horlukları hatırlayıp, yurdundan gidici olmuş.

– Beni öyle bir şehre götür ki, orada kendi emeğim ile gün geçireyim, demiş ata.

– Sen üzülme, şehzadeler münafık, kalbi kara olur.

Helal emek ile yaşamak için doğru sözlü, doğru gönüllü olmak gerek.

Böyle olmak elinden gelirse, üstüme bin, demiş at.

At küçük oğlu üstüne bindirip göğe kanat açmış.

Dağ geldiğinde tavus gibi, kar geldiğinde kırlangıç gibi, ırmak geldiğinde tayfun gibi uçup gidivermiş.

Pek çok kır, bayır, bağ, orman üstünden geçip bir memlekete yetip, şehirden biraz dışarı konmuş.

– Yelemden yolup al.

Ne zaman yeleyi yaksan, ben o zaman yanına yetip gelirim, demiş at vedalaşıp.

Küçük oğul atın yelesinden bir tutam kırkmış.

Ayağının ucuna basar basmaz, ayağının altında parlak altın teleğe gözü ilişmiş.

Küçük oğul bu teleği alayım, dediğinde at ona: “Alma, at!

Bu altın telek başına müşkül işleri getirir” demiş.

Oğlan teleği bırakmaya kıyamayıp onu koynuna sokmuş ve şehre doğru yollanmış.

Yol yürüyüp, yürüyünce bol yürüyüp, padişahın sarayına ulaşmış.

Saray muhafızının yanına varıp, onunla selamlaşmış, padişaha çoban olmak istediğini bildirmiş.

Padişah bu haberi işitince, oğlanı huzuruna getirmelerini buyurmuş.

Oğlan padişaha eğilerek selam vermiş.

Çoban çocuğu olduğunu, padişaha hizmet niyetiyle geldiğini söylemiş.

Böylece, oğlan eline değnek alıp, çobanlık yapmaya başlamış.

O yıl memlekette kuraklık olduğu için yaylalarda ot çok az büyümüş, koyunların derisi kemiğine yapışıp gitmişmiş.

Oğlan otlu yerleri gezip, sürüyü dağ tarafına yöneltmiş.

Küçük oğul körpe kuzuları bağrına basıp severmiş.

Bir gün oğlan bir körpe kuzuyu yakalayıp heybesindeki ekmeğinden azıcık vermiş.

Onun yumuşak kıvırcık yünlerini sığamış.

O zaman altın telek hatırına gelmiş.

Yine bir bakayım, diye teleği koynundan almış ve o telek ile kuzucuğun sırtını sığamış.

Kuzucuk bir iki silkinmiş ve bir anda semirmeye başlamış. Oğlan çok şaşırmış.

Gözlerine inanamayıp kuzucuğun büyüyüp sarkan kuyruğunu tutmuş.

Onu bırakıp, başkasını altın telek ile sıvazlamış.

Hülasa, akşama kadar pek çok kuzuyu yakalayıp, telek ile sığamış.

Hepsi de silkinip semirivermiş.

Oğlanın mutluluğu içine sığmayıp, o koyunları da sığayıp sıvazlamış. Onlar da semirmeye başlamış.

– Acaba bu nasıl sır? demiş ve memnuniyetle et rafına bakmış.

Güneş batmak üzereymiş.

Tezlik ile koyunları, kuzuları önüne katıp padişahın sarayına doğru yönelmiş.

Koyunları mandıraya kapatıp, evine gitmiş ve altın teleği ihtiyatla koynuna katmış.

Haftalar haftaları, aylar aylan kovalayıp geçivermiş.

Koyunlar tok imiş, padişah çobanından memnun olduğu için ona bir çok hediyeler ihsan etmiş.

Günlerden bir gür bu padişahın yanına komşu memleketin padişahı misafir olarak gelmiş.

Misafir, bu memlekette kuraklık olduğunu, malların, koyunların kırılıp gitmekte olduğundan haberdar imiş.

Lâkin padişah onun önüne semiz semiz etleri pişirip koymuş.

Misafir şaşırmış:

– Senin yurdunda kuraklık yok mu?

Ama koyunlarının hepsi semiz.

Bunun sırrı ne? diye sormuş.

Padişah bu sırrı kendisi de bilmediği için, çobanın çağrılmasını buyurmuş.

Muhafızlar oğlanı saraya getirmişler.

Padişah çobana bu soruyu sormuş.

Oğlanın sırrı açası gelmemiş.

Lâkin onun hatırına uçan atın: “Doğru sözlü ol!” sözü gelmiş ve altın telek vakasını anlatmış.

Misafir ile padişah, vezirler altın teleği görmüşler.

Padişah oğlana, şu kuşu bulup saraya getiresin, demiş.

Eğer bulup getirmezsen, kellen kesilecek, demiş.

Çoban ne yapacağını bilmeden kıra yabana çıkmış.

Uçan atı hatırlayıp, onu görmeyi arzulamış.

Yanındaki yelenin birini tutuşturmuş iken, at uçup gelmiş.

Oğlan atın başını ağrına basıp, hüngür hüngür ağlamış ve olan vakayı ona anlatıvermiş.

– Eh, akılsız çocuk, teleği alma dedim aldın, başına azap, bela, müşküller gelir dedim, kulak asmadın.

Olan oldu, padişahtan yirmi gün mühlet al.

Yiyecek, azık depola, büyük kuş sığacak kırk hanelik kafes yapsın; her bir haneye kap koyulsun.

Otuz dokuz tane kaba tatlı, berrak içecek, kırkıncısına sarhoş edecek içecek koyulsun.

Ancak o zaman kuşu aramaya giderim de, diye öğretmiş at.

Oğlan başını eğmiş, saraya gidip padişaha şartını söylemiş.

Yirmi gün mühlet istemiş.

Her şey hazır olunca, çoban kafesi alıp yola çıkmış.

Çöle ulaşınca, atın yelesini tutuşturmuş.

Gece yarısı, her taraf kapkaranlık, ışıksız, hatta ay da görünmezmiş.

Belirlenen yerde vefalı at peyda olmuş.

– Belini sıkı sıkıya bağlayıp, beni iyi tut, dikkatli ol, tez uçacağız, demiş gelen at.

Oğlan ile at ırmakları, kırları bayırları, dağlan taşları, yaban memleketleri kısa zamanda arkada bırakıp, güzel manzaralı, kuşların hoş avazlarının doldurduğu, güneş ışığına gömülmüş ormana varmışlar.

Bir büyük ağacın altına inip dinlenmişler.

At, oğlana:

– Altın telekli kuş şu uçsuz ormanın yegâne saf ve dağ pınarından su içer.

O her gün öğle vaktinde su içmek için gelir.

Kafesi pınar yanına koyup, uzaktan kuşun sesini işitir işitmez pınarı bulandırıp, çer çöp atacaksın.

Kendin gizleneceksin.

Susayıp gelen kuş pınarın bulanık suyunu içmez, kafesteki berrak sudan içer.

Sonraki kaptaki suyu içip sarhoşlar.

Kuş ele geçer, diye öğretmiş.

Çoban atın söylediği gibi yapıp gizlenmiş.

Uzak tan ormanda ninni gibi hoş bir ses işitilmiş.

Oğlanın bütün bedeni donakalıp, otlar arasında eriyip gideceğim, demiş.

Kuş gelip ağaca konmuş.

Onun telekleri güneş ışığında ışıl ışıl parlatmış.

O, pınar kenarına inmiş ve bulanık suyu görünce susmuş.

Damağı kuruyan kuş, etrafa bakıp su aramış.

Kafes içindeki suyu görüp, yavaşça yaklaşmış.

Küçük kaptaki suyu içince, başkasına gözü ilişmiş…

Oğlan kuşun ötüşüne mest olup kalmış.

Bir müddet sonra baksa ki, kuş kafesin sondaki odasında gevşeyip yatmış.

O sekip yerinden kalkmış ve kafesin kapağını kapatmış.

Oğlan ata binip göğe yükselmiş.

Bir kaç gün sonra, padişahın sarayına sağ salim varmış.

Oğlan kafesi götürüp, mühletinin bittiği gün padişahın huzuruna girmiş.

Padişah kuşu altın kafese koydurmuş.

Birkaç gün geçmiş.

Ama kuş ne yem yemiş, ne ötmüş.

Padişah:

– Ey canlı, niye yemiyorsun, niye ötmüyorsun, öt.

Kendini de, bizi de şad et, demiş.

O zaman kuş başını kaldırıp padişaha bakmış ve dile gelmiş:

– Talebin doğru, ben dünyaya mutluluk için gelmişim.

Lâkin sizlere bir sorum var.

Bu soruma cevap verirseniz, öteceğim demiş.

-Nasıl soru imiş?

– Bütün canlılara hayat verici güneş sabahleyin yükseliyor, tam öğleye gelince dik duruyor.

Bütün ormanlardaki, bağlardaki nefis güllere tığ gibi nurunu batırıp solduruyor.

Her şeyi soldurduktan sonra aheste aheste yine harekete devam ediyor.

Güneşin dik olarak bir süre durmasının sebebi nedir, demiş kuş.

Padişah cevap bulamamış.

Vezirlerini çağırtmış.

Hiç kimse güneşin dik olarak durmasını bilememiş.

Bundan sonra çobanın çağırılmasını buyurmuş.

Çoban, padişahın katından döndüğü zaman, yeleyi tutuşturmuş.

Uçan at hemen gelmiş.

Yiğit, ata kuşun sorusunu söylemiş, padişahın bu soruya cevap bulmasını emrettiğini, yoksa kellesini alacağını söylemiş.

– Yiğit isen, yıkılmayacaksın, sağlam isen da yanacaksın.

İstersen, bunu da başarırız.

Lâkin çok tehlikeli.

Padişahtan iki ay mühlet al.

Yiyecek, azık, silah hazırla.

Üç gün sonra gür ırmağın kenarında mızrak kayanın yanında bekleyeceğim, demiş de uçup gitmiş.

Oğlan padişahın katına gelip, iki ay mühlet istemiş.

Sonra her şeyi hazırlayıp akşamdan dostlarıyla vedalaşmış ve gece yarısında mızrak kayasının önüne gitmiş.

Ata binip göğe uçmuş.

Birkaç gün uçtuktan sonra, bir yere konmuş.

Bu yerde gürültü varmış, insanlar bağrış çağrış içinde, yer ise titreyip kıpırdanırmış.

Burada da bulutlarla öpüşen iki dağ, gece gündüz birbirleri ile cenk ederlermiş, gürültü ve depremin sebebi bu imiş.

Oğlan oradan geçip gideyim dese, hiç mümkün olmamış.

Oğlan yaklaşınca, iki dağ da cengi bırakıp, “Nereye gidiyorsunuz?” diye sormuşlar.

Oğlan başından geçenleri bir bir anlatmış.

Kavgacı iki dağ güneşten kendilerinin sürekli çengini nasıl durduracağını öğrenmesi şartıyla geçireceklerini söylemişler.

Oğlan razı olmuş ve dağ arasından geçip yoluna devam etmiş.

Bir müddet sonra bir şehre varmışlar.

Şehir feryat figan içindeymiş.

Ahali bezgin, her tarafı su basmışmış.

İnsanlar yüksek tepelere, ağaçlara, damlara çıkıp su belâsından kurtulmaya çabalamışlar.

Oğlan adamlardan:

– Aslı nedir, niçin şehri su bastı? diye sormuş.

– Şehrin kenarından büyük ırmak geçer, diye cevap vermiş, ağaç üstüne canını kurtaran adam.

Büyüklüğü sekiz tane büyük ev gibi balık ırmağa enlemesine durup, suyu kesmiş.

Su ırmaktan taşıp, şehri, etraftaki köyleri, ovaları bastı.

Oğlan uçan atla ırmağa varsa, balığın leri fıldır fıldır olup kıpırdamadan çaresiz dururmuş’, here ne kadar çabalasa da büyük ırmakta yüzememiş.

Oğlan balıktan niçin burada yatmakta olduğunu sormuş.

Balık dile gelip:

– Buraya geldiğimde kıpırdayamayıp kaldım.

Yardım ediniz, demiş.

Oğlan, vahşi hayvanın önünde sinek gibiymiş.

Bîçare nasıl yardım edebilirdi.

Dönüşte yardım etmeyi vaat edip yoluna devam etmiş.

Bu şekilde at ile oğlan dinlenmeden çok uzaklara uçmuşlar.

Sonunda karanın uçuna ulaşmışlar.

Her taraf karanlık, ne güneş, ne ay, ne yıldız görünürmüş.

At büyük bir kaya üstüne konmuş ve Oğlana karanın ucunu gösterip şöyle demiş.

– Şimdi yelemden sıkı tutup öyle bir kamçı vur ki, derimden geçip kemiğime değsin, çekinmeden vur.

Şimdi biz yerin altına karanlık alemine ineceğiz.

Orada ya güneşin, ya onun anasına rastlayacağız demiş ve yer altına uçmaya hazırlanmış.

Oğlan atın boynuna sıkıca yapışıp, hâlimiz ne olur acaba demiş de, ata bir kamçı vurmuş.

At kulaklarını kısıp, kanatlarını kısıp, kanatlarını yay gibi açmış ve ok gibi yer altına uçarak inmeye başlamış.

Bir kaç dakika sonra yerin altına ulaşmış.

Her taraf loş ışıkla aydınlıkmış.

Bu güneşin anasının yaymakta olduğu ışık imiş.

O oğlan ile atı görünce samimiyetle:

– Geliniz, aziz misafirler, başınıza hangi bahtsızlık geldi.

Ne arıyorsunuz! demiş.

Oğlan önce saygıyla eğilmiş, sonra selam vermiş, annenin huzurunda diz çökmüş.

Kendi başından geçen vakaları anlatmış.

Irmağı kapatıp şehir ve köyleri su altında bırakan balığı, birbiri ile cenk ederek yeri depreştiren iki dağı, sonra güneşin dik geldiğinde bir müddet durmasını, bunların sırrını sormuş.

Anne, oğlu güneşin yolda bir müddet durmasını, bundan bütün varlıkların şikayetçi olmasını, kuşların susamasını, otların kurumasını, insanların gölge aramasını, işitip başını eğmiş.

Güneşin döneceği vakit olmuşmuş.

Misafirlere cevap vermeyip, onları oğlunun sıcaklığının yetişmeyeceği, ama onun sözlerinin duyulacağı yere gizlemiş.

Sonra güneşin başını okşayıp:

– Oğlum, gün boyu insanların feryattan kulağıma geliyor.

Gece gündüz gümbürdeyen sesler işitiliyor.

Yeryüzünde ne oluyor? diye sormuş.

– Anacığım, insanların feryatlarının sebebi şu: Denizde oynayan büyük, şuh bir balık ırmağa doğru yüzdü ve kıyıya yanaşıp ağzını açtı.

Irmağın üst tarafında ise ince, çok sert bir ağaç eğilmiş idi. O ağaçtan bir ayı yürüyüp geldi ve arka ayaklarını sarkıtıp suya inerken, aç balık ayıyı görüp, onu ağaç ile birlikte yuttu.

Geri gitimek istediğinde ırmağa yuvarlanıp kaldı.

Şimdi sert ağacı hazmedemediği için azap çekmekte.

Velhasıl, bir yiğit mert olsa, balığın ağzından girip o ağacı keskin balta ile iki yerinden kırsa, ahali de bu eziyetten kurtulurdu.

Gümbürdeyen şey, iki dağın çengidir.

O dağlar için büyük bataklıktaki ana aslanın kanını yalamaktan başka ilaç yok, demiş.

– Şimdi son sorum; sabahleyin kalkıp gidiyorsun, ışığın ile bütün âleme nur saçıyorsun.

Tam öğle vak tinde yere dik bakıyorsun ve hareketsiz kalıyorsun, her tarafı hararetin ile yakayım diyorsun.

Ne oldu oğlum sana? demiş anası.

– Yeryüzüne çıkmıyorsunuz ki, bunu nereden biliyorsunuz? demiş homurdanarak oğlu.

– Annenin yüreği her şeyi sezer, yavrum!

– Her gün öğle vaktinde filan ırmak kıyısına bir kız çıkıp, saçını tarıyor.

O öyle güzel ki, beni de meftun ediyor.

Saçlarını örüp, biraz oturuyor.

Sonra su altına inip gidiyor.

İşte o kızın güzelliğini seyredip bahtiyar bekliyorum.

O kızı bir yiğit suyun altından çıkarıp götürse, ancak o zaman ondan kurtulurum, demiş.

Söz buraya geldiğinde, güneşin gökyüzüne seyre çıkma zamanı gelmiş.

O yukarıya yükselmeye başlamış.

Güneşin anası yavrusunu uğurlayınca, at ile oğlana vakaların sebebini bir kere daha açıklamış ve onlara hayırlı yolculuklar dileyip vedalaşmış.

At, oğlana: Bana öyle vur ki, etimden geçip kemiğime yetsin, demiş.

Oğlan ata kamçıyı basmış. At kanatlarını açıp uçmuş.

Bir kaç zaman sonra, karanlık âlemini arkada bırakıp, yeryüzüne çıkmışlar.

Onlar yol yürüyüp, yürüyünce de bol yürüyüp balığın tersyüz olduğu ırmağa ulaşmışlar.

Balık, tutulduğu yerden kurtulmak için çırpına çırpına güçten düşmüşmüş.

Dört taraftaki şehir ve köylerin ahalisi göçüp gitmiş, kalan kişilerde damlarda canlarını koruyorlarmış.

Bu durumu gören oğlanın bileği güç dolup, kemerindeki baltayı yerinden çıkarmış ve balığa: “Ağzını kocaman aç, ben karnına girip derdini alacağım.

Ancak beni dişlerin ile çiğneme, demiş.

Yiğit oğlan balığın karnına girmiş ve uzun-lamasına saplanıp kalan büyük ağaca rastlamış.

Onu balta ile dört yerinden kırmış iki parçasını omuzuna alıp, dışarıya çıkarmış.

Balık dertten kurtulunca, yüzüp gitmiş. Irmağın suyu da kendi mecrasına dönmüş.

İki dağa yaklaştığında bataklığa rastlamış.

“Güneşin bahsettiği aslan burada olmalı” diye düşünmüş yiğit ve kılıcını iyice kaldırıp ormana doğru yol almış.

Aslan adamı görünce öyle dehşetli kükremiş ki bataklık titremiş.

İyice varıp, oğlana saldırmaya hazırlanmış.

O zaman at kişnemiş.

Oğlan yanına bakıyormuş, aslan kedi gibi zıplamış.

Oğlan kendini zorla kenara atabilmiş.

Aslan ikinci kere saldırırken, oğlan kılıç ile tam karnına vurmuş.

Aslan, yiğidin gücüne yenilmiş, saygı gösterir gibi onun ayağının dibine yığılmış.

Yiğit, aslanı kaldırıp iki dağın ortasına atmış.

Kavgacı dağları aslana iki taraftan darbe vurarak onu parçalamışlar ve aheste aheste iki yana çekilip kendi yerinde durmuşlar.

Kulakları sağır edici gümbürtü dinmiş.

Uzaktan kuşların ötüşü işitilmiş.

Oğlan tekrar ata binip yola düşmüş.

Oğlan sağ salim döndüğünde, görüp geçirdiklerini bir bir anlatmış.

Kuş nağme düzüp ötmeye başlamış.

Lâkin padişahın gönlü gece karanlığından da karanlık olmuş.

Onun hayali güneşin meftun olduğu kızda imiş.

Bir gün çobanı çağırttırıp: Sana kırk gün mühlet.

Deniz kızını alıp geleceksin, yoksa kellen kopardır, demiş.

Oğlan şimdi bu cefa var mıydı, deyip pişman olup yiyeceklerini, teçhizatını hazırlayıp yola çıkmış.

Şehirden bir kaç fersah yürüyünce, koynundaki yeleden alıp tutuşturmuş, at hemen yetişmiş.

Yiğit, padişahın buyruğunu sevgili atına söylemiş ve uçan ata binip dağları, kırları, bayırları, nice güzel bağları, büyük büyük ırmakları aşıp sonunda tatlı sulu, durgun Akar ırmağına gelmiş.

O sırada güneş batmak üzereymiş.

At oğlana: “Güzel kız şu ırmağın altında yaşıyor.

Onu ben alıp çıkarayım, ama sen güçlü ol, onun güzelliğini görünce kendinden geçip yıkılma” demiş ve ırmağa dalmış.

At ırmağın altına inip, büyük minarenin içine girmiş, tatlı uykuda uyu yan güzel kızı üstüne örtündüğü ipek örtüler ile sarıp su kıyısına çıkmış.

Onun cemali kapkaranı geceyi aydınlatıyormuş.

Oğlan kızı görünce, kendinden geçmesine az kalmış.

Lâkin atını sözlerini aklına getirip kendini tutabilmiş.

Uçan at kırkıncı gün güzel kızı da, oğlanı da padişahın sarayına yetiştirmiş.

Padişahın cariyeleri kızı ortaya almışlar.

Onun güzelliğinin şöhreti bütün memlekete yayılmış.

Herkes kızın cemalini görmek için gelirmiş.

Yedi kat ipek perde örten kızı görünce, nice yiğitler kendini kaybedermiş.

Padişah kızla evlenmek istemiş.

Lâkin kız ne padişaha, ne vezirlere meyletmemiş.

– Şartımı başaran merde varacağım, demiş kız.

Meydana kırk kulplu kazan kurulsun.

Kazana süt dol durulup kaynatılsın.

Fokurdamakta olan süte yüzüğümü atacağım.

Kim yüzüğü alıp çıksa, kaynar sütte yanmaza, o merde varacağım.

Kızın söylediklerini hazırlayıp meydana kazan kurmuşlar.

Kazana süt koyup üç gece üç gündüz ateş yakmışlar.

Ondan sonra kazanın başına yüzü peçeli kız gelmiş.

O elindeki yakut taşlı yüzüğü kazana atmış ve yüzünden peçeye kaldırmış.

Padişah ve saray erkânı kızın güzelliğine âşık olup, ne yapacaklarını bilmeyip, kendilerini kaybedip, divane gibi kıza doğru yürümüşler.

Hepsi kazana düşmüşler.

Sadece yiğit oğlan kendini tutabilmiş.

Güzel kız ferasetli yiğit oğlana varacağını söylemiş.

Düğün dernek başlayacağında, halk arasından bilgeler çıkıp, memleket padişahsız kaldı, yiğit oğlan padişah olsun, adalet ile hükmetsin, demişler.

Yiğit oğlan halkın arzusunu yerine getirmiş.

Güzel kız ve yiğit oğlan muratlarına ermişler.

Halk dinç, yurt mamur olmuş.
(“Altın Beşik”, s. 44-54)

 

 

You may also like

Karga Ve Kurbağa

Karga Ve Kurbağa

Karga Ve Kurbağa,  Bir varmış bir yokmuş önce sürenin birinde, yalnız yaşam sürdüren bir karga ve ...

Comments

  1. Çok güzelmiş …çocuklarım çok beğendi …

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir