
Fakirlik Bitti

Fakirlik Bitti, Keloğlan, oyun oynamayı çok severmiş. Fakat annesi bu kadar
fazla oyun oynamasına çok öfkelenir, bağırır, çağırır, kimi vakit, güzelce
sopa atarmış.
Akşamlardan bir akşammış. Keloğlan mahalle arkadaşları ile bir oyuna dalmış. Oyunun adı bezirgânbaşıymış. O kadar kendilerini oyuna vermişler ki, tüm arkadaşları gibi bizim Keloğlan da zamanının nasıl geçtiğini bilmemiş. Yatsı vakti çoktan olmuş, hâlâ oyundalarmış.
Nihayet bir arkadaşları hatırlatma yapmış: Annelerimiz bize dayak
atar. En iyisi dağılalım. Gece yarısı oldu neredeyse…
Bunun üzerine bütün oyuncular birbirlerine iyi akşamlar dileyerek
evlerine dağılmış.
Keloğlan ise kalakalmış orta yerde, hem de karanlıkta. Çünkü evi çok
uzaklardaymış. Bu yüzden tek başına gitmekten çok korkarmış. Şansına
ay ışığı da yokmuş o gece.
Ne yapsın Keloğlan?
Korkulu vaziyette, karanlığın içine doğru yürümüş, ama neredeyse
aklı uçacakmış, yerlere düşüp bayılacakmış, keşke bu kadar geç kalmasaymış,
annesinin neler söyleyeceğini düşündükçe sendelermiş.
Gide gide bir dereye gelmiş. Ama geceymiş ya, (ortalık) çok ıssızmış.
(Bir yandan da) çakalların uğultusu ortalığı doldururmuş. Derenin biraz yukarısında çok geniş bir düzlük varmış. İşte oradan kulağına çalgı
sesleri gelmeye başlamış.
Acaba ne var bu vakitte orada, diyerek yürümüş. Bir de ne görsün?
Çok sayıda cin ve orta yerde bir kadın. Kadın oynar, cinler alkış tutarmış.
Çalgılar gümbür gümbür ötermiş. Ne yapacağını şaşıran Keloğlan
kala kalmış olduğu yerde ve oyuna dalmış gitmiş. Hep(ten) unutmuş
evine gideceğini, annesinin neler söyleyeceğini. bir sürü de söz işitip,
sopa yiyeceğini.
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Keloğlan mı? Yine kendinde
değilmiş.
Bunca cinin arasında bir kadının işi neymiş? Başlamış cinler de oynamaya.
Bizimkinin de oynayası gelmiş, ama aralarına karışmaktan korkarmış.
Kendi kendisine, olduğu yerde dönmeye başlamış, bir ara o kadar
heyecanlanmış ki, birkaç takla atmış. Birdenbire çalgı sesleri kesilmiş.
Cinler birer birer oyunu bırakıp oturmuşlar. Sonra da derin bir
uykuya dalmışlar.
Ama, kadın uyumamış. Bir kenara çekilip sesli sesli ağlamaya başlamış.
Buna bir mana verememiş Keloğlan. Yavaşça kadının yanına sokulmuş.
Gayet içten bir dille derdini sormuş.
“Kimsin sen? Nasıl düştün cinlerin arasına?”
Adı Zarife imiş kadının. Kendisi gibi bir insan görünce çok sevinmiş,
hatta şok geçirmiş, bir ara bayılmış. Sonra kendine gelmiş. şu hiç hoşlanmadığı cinlerden kurtulabileceğini düşünmüş.
Keloğlan, biraz yüksek sesle konuşmaya başlayınca, hemen eliyle “sus” işareti yapmış. Kolundan tutarak Keloğlan’ı birlikte uzaklaşmışlar cinlerin yanından.
Daha biraz gitmeden aksilik olacak ya, cinlerden biri uyanmasın mı?
Bakmış ki Zarife yok. Sinir tepesine vurmuş. Çünkü Zarife’ye aşıkmış.
İkide bir arkalarına bakarak yürüyen keloğlan ile Zarife, bir cinin
peşleri sıra geldiğini görünce öyle korkmuşlar, öyle ürkmüşler ki, dilleri
tutulmuş. Kadının aklına bir çare gelmiş.
Keloğlan’ın kulağına eğilmiş,
“Aman Keloğlan, şu cine yem olmayalım aman”.
“Ne yapalım” diye sormuş Keloğlan.
“Sen” demiş, “Çocuk cin gibi rol yap”.
“Eee…”
“Yaklaşınca ‘ey cin’ de, ‘Zarife’yi ihtiyacına götürüyorum, az sonra
döneceğiz’ de, tamam mı Keloğlan”.
Cin iyiden iyiye yaklaşmış. Sıcak nefesi bile işitilirmiş.
Sesini sinek gibi incelten Keloğlan şöyle demiş:
“Ey uyanık cin, bize yaklaşma! Zarife’nin ihtiyacı var, birazdan döneceğiz”.
Cin, başka bir aksilik olmasın diye, hemen durmuş. Keyfi yerindeymiş.
Çünkü, şimdi Zarife ile dönüşte gönlünce muhabbet edecekmiş. Böyle
hayallere dalıp gitmiş. Beklemiş, beklemiş fakat hâlâ dönen olmamış.
Şöyle birkaç defa seslenmiş. Ama hiç cevap alamamış. Çok sinirlenmiş.
Hırsından kafasını ağaçlara vurmuş. Ne yapacağını şaşırmış.
“Heey arkadaşlar, yanıma gelin, Zarife’yi kaçırdılar. Hâlâ ne horulduyorsunuz”, diye bağırmış.
Tabii cinler, hemen uyanmış ve yanına gelmişler.
Gitmişler hızla, ama yakalayamamışlar bir türlü kaçanları.
Keloğlan Zarife ile birlikte evine gelmiş.
Anası, uyku uyuyamamış, gözleri yollarda kalmış. Bağırmaktan sesi
kısılmış. Pek de sinirliymiş. Bir sürü laf etmiş. Üstelik yanındaki kadına
da bir anlam verememiş. Tam kadına “Senin ne işin var burada” diye
soracakken Zarife evvel davranıp şöyle demiş:
“Ey yaşlı ana, Keloğlan’a bir şey deme, çünkü beni cinlerin elinden
kurtardı. O olmasaydı, ben şimdi hâlâ cinlerin elinde esir olacaktım.
Neredeyse bir can borcum var. Ödülünü, bir şekilde vereceğim”.
Tabii, bu sözlerden kim hoşlanmaz!
“Hoş geldin kızım, safalar geldin hem. Şöyle buyur. Oturun hele,,
Keloğlanım, yaman oğlanım, ne duruyorsun, sıcak süt getir ablana”
diyerek ne kadar keyiflendiğini ortaya koymuş yaşlı kadın.
Zarife, birkaç gün misafir kalmış Keloğlanların evinde. Ama içi çok
acımış, hallerini görünce. Yaşlı kadına demiş ki, “Ana müsaade edersen
gitmeliyim artık. Ana dedim sana, çok iyilik ettin bana. Hem de Keloğlanı
götürmeliyim.
Kadın: “Olmaz” diye itiraz etmiş.
Zarife, “Ama” demiş, “Ona ödül vermeliyim”.
Kadın, “Ne ödülü vereceksin” diye sormuş.
“Sürpriz olsun” demiş Zarife.
Kadın, “peki” demiş.
Keloğlan anasının elini öpmüş, sanki çok uzun zaman kalacakmış
gibi.
“Hemen dön gel oğlum” demiş anası, gözlerimi yollarda koma.
Zarife ve Keloğlan, çıkmışlar yola. Konuşa konuşa gitmişler, gitmişler,
bir konağın önüne gelmişler.
Konak, ama ne konakmış. Etrafı bağlık bahçelikmiş.
Ünlü bir beyinmiş bu konak.
Bey, konağın kapısında görünmüş. Bir sevinç narası atmış.
“Hoş geldin Zarife” demiş. Artık ümidimi büsbütün yitirmiştim.
Zarife beyin karısıymış.
Bey, Keloğlan‘a bakmış. Sevmiş çocuğu. Zaten hiç çocukları olmadığı
için, yıllardır bir evlatlık ararlarmış. “Buldum işte” demiş içinden.
Zarife Keloğlan’ı öve öve bitirememiş. Cinlerin elinden nasıl kendisini
kurtardığını bir bir anlatmış.
Bey, “Ay tüysüz oğlan, gözleri ışıltılı oğlan, ne şen çocuksun sen. Kal
bizimle istersen” demiş.
Hemen itiraz etmiş Keloğlan, “Olmaz beyim, bir anacığım var şu
dünyada. Onu bırakamam kendi halinde. Kalır gözleri yollarda, izin ver
beyim, hemen döneyim”.
Zarife bir başka yalvarmış, “Etme eyleme Keloğlan, hayatımı kurtaran
oğlan. Biraz daha sabretsin ihtiyar anan. Görünce, götüreceğin
hediyeleri, çok beğenecek vallahi inan”.
İsteksizce başını sallamış Keloğlan, “olur” diye fısıldamış.
O sıralar, beyin düzenlediği bir “en güzel türkü yarışması” hazırlıkları son
aşamaya gelmiş. Yalnız, bu yarışmaya sadece çocuklar katılabilirmiş.
Bey, Keloğlan’a gülümseyerek demiş ki, “Ay dazlak oğlan, sesi güzel
oğlan, yakında bir türkü yarışması var, katıl oğlan”.
Olumsuz manada başını sallamış Keloğlan, “olmaz beyim beceremem”
demiş.
Bey, “niçin” diye sormuş. “Ben çok utanırım, hem de sesim güzel
değil” cevabını vermiş bizimki.
Bey, “Buluruz bir çaresini” demiş, “bir tek ölümün çaresi bulunmaz”.
Yine Zarife girmiş araya, “Senin için büyük fırsat olur keloğlan, çok
büyük ödül alırsın.”
“Dedim ya hem utanırım, hem de sesime güvenemem” diye tekrarlamış
Keloğlan.
Zarife, “Senin” demiş, “sesini güzelleştirecek bir yumurta biliyorum.
Bir de neva otu yersen utangaçlığın da gider”.
Buna sevinmiş Keloğlan, “yumurta nerede neva otu nerede” diye
merakla sormuş.
Zarife açıklamasını şöyle yapmış: “Yumurta Kaf Dağı’nda bir ağacın
dallarından birinde. Neva otu ise yakınlarımızda.
Bey, “Peki Hanım” demiş, “bu yumurtayı nasıl getirteceğiz?”
“Zümrüdü Anka kuşu ile” diye cevaplamış karısı.
Bey gülmüş, “Seninkisi masal be hanım” demiş, “Masaldan da masal.
Kaf Dağı neresi? Hem Zümrüdü Anka Kuşu’nu nerede bulacaksın?”
“Sen o işi bana bırak” diyerek Keloğlan ile birlikte evden çıkmış
Zarife. Bir zaman yürümüş gitmişler. Bir derenin kenarında durmuşlar,
vakit geceymiş.
Cinler, yine davul zurna cümbüş yaparmış. Zarife, cinleri görünce
“ne güzel eğleniyorsunuz, ne kadar keyiflisiniz” diye takılmış.
Cinler, Zarife’nin gelmesinden çok memnun kalmış. Uzun zamandır
onun eksikliğini unutamadıklarını söylemişler.
Beklediği fırsatı değerlendirmiş Zarife: “Bana Zümrüdü Anka Kuş’unu
bulup getirirseniz, yeniden aranıza katılırım. Hiç sizden ayrılmam”.
Ouuu! Cinlerin daha yanında durulur mu? Bir sevinmişler, bir neşelenmişler
ki, yedi dağın ardından duyulmuş naraları, mutluluk şarkıları.
En akıllıları olan cin: “Senin için biz Kaf Dağı’nı bile buraya getiririz.
Yeter ki aramıza katıl” demiş.
Keloğlan aptal aptal bakarmış.
Kambur bir cin şöyle seslenmiş, “Ey Zümrüdü Anka her neredeysen
çık gel kamburuma kon”.
Bir nefeslik zamanda Zümrüdü Anka gelip cinin kamburuna konmuş.
Neler olup bittiğine mana veremeyen Keloğlan, şaşırıp kalmış.
Kambur cin, Zümrüdü Anka’ya seslenmiş, “Ey kuş, senin hemen
gelmen ne hoş! Şu kadın bir emir verecek hemen koş!”
“Olur” demiş kuş.
Zümrüdü Anka’nın güzel gagasına bir öpücük konduran Zarife, “Bu
Keloğlanla birlikte Kaf Dağı’na gideceksiniz. Bir ağacın dalında, gümüş bir
yuva içinde kırmızı bir yumurta var. Onu alıp bana getireceksiniz”.
Zümrüdü Anka gayet memnun bir durumda, “Emriniz olur sultanım”
diyerek Keloğlanı kanatlarına aldığı gibi ormanların üzerinden
uçup gitmiş.
Onlar gidince, cinlerle Zarife sohbete başlamış. Maksadı yumurta
getirilinceye kadar onları oyalayıp sonra da kaçmakmış.
Cinin biri merak etmiş, “Ne yapacaksın yumurtayı?”
“O yumurta en kötü sesleri bile pırıl pırıl açar. Bizim Keloğlan’ın
‘güzel türkü Yarışması’na girmesi gerekiyor. Ama sesinin iyi olmadığını
söyledi. Ben de o yüzden bu yumurtayı getirtiyorum işte”.
Onlar sohbet ede dursun, biz Zümrüdü Anka ile Keloğlan’ın ne
durumda olduklarını anlatalım.
Pek kısa zamanda Kaf Dağı’na varan Zümrüdü Anka ile Keloğlan,
aradıkları ağacı ve o ağacın dalındaki gümüş yuvayı bulmuş ve kırmızı
yumurtayı alıp yine çok kısa bir anda cinlerin yanına dönmüş.
Cinin biri, “Hadi bakalım Keloğlan” demiş, ilk türkünü bize söyle!
Zarife hemen aşağıdaki dereden bir neva otu bulup getirmesi için
cinin birine rica etmiş.
Koşup giden cin neva otunu alıp gelmiş. Önce neva yiyen, ardından da kırmızı yumurtayı içen Keloğlan’da utangaçlık kaybolmuş, hem de sesi çok harika olmuş. Kafasına estiği gibi bir türkü söylemiş. Cinler çok keyiflenmiş. O kadar ki, kendilerinden geçip yerlere serilmiş horul horul uyumuşlar. Yalnız bir tanesinin gözü açıkmış. Uyamamış, Zarife’yi gözetlemiş. Bunu anlayan Zarife, Keloğlan’a yavaşça şunları söylemiş: “Keloğlan, sen biraz yukarılara çık. Bir güzel türkü söyle.
Bütün cinler senin yanına koşacak. Çünkü çok beğendiler.
Ben de bu arada kaçarım. Onlar yine uyur. O arada sen de tüyersin.
Ormanlığın üst tarafındaki düzlükte buluşuruz”.
Keloğlan “Hay hay bey hanımı” demiş.
Çıkmış biraz üst tarafa Keloğlan, elini kulağına vermiş asılmış türküye.
O kadar şahane söylemiş ki uyumakta olan cinler Zarife’yi falan unutup,
sesin çekiciliğine doğru koşmuşlar.
Türkü bitmiş, cinler geri dönmüş. Bir de bakmışlar ki kadın çoktan
kayıplara karışmış. Hiç bekler mi Keloğlan?
Tavşan gibi sıvışıp geçmiş ormanların arasından. Zarife ile buluşup
konağa gelmişler. Bey çok mutlu olmuş.
Güzel türkü yarışması başlamış. Çocuklar birbirinden güzel türküler
söylemiş. Sıra Keloğlan’a gelmiş. Ama herkes alay edermiş. Çünkü kılığına
bakarak iyi türkü söyleyemeyeceğine inanırlarmış.
Şöyle konuşurlarmış aralarında: “Şu kel kafalı çocuğu acaba ne diye
sokmuşlar yarışmaya?”
“Bu çocukta ses ne gezer?”
“Galiba en kötüyü seçmek için bu keltoşu yarışmaya katmışlar”.
Keloğlan çıkmış meydanlara. Hiç utangaçlık göstermeden öyle güzel,
öyle harika bir türkü söylemiş ki, dinleyenlerin tamamı elleri çatlayasıya
alkışlamışlar, ‘bravo, aferin, müthiş ses” demişler.
Bu başarısından sonra Keloğlan, şöyle demiş: “İzin verin artık, anama
gideyim, bir tas sütünü içeyim, ellerinden öpeyim.”
Bey, başka türlü yalvarmış “Evladım yok, seni öz yavrumuz bileceğiz,
istersen güzel bir kızla evlendireceğiz. Kal bizimle Keloğlan.”
“Olmaz” demiş Keloğlan. Ben anamı, kimselere değişmem.
İkna edemeyince, Keloğlan’a bir testi dolusu altın vermişler. Bir
güzel öpüp sevip anasına göndermişler.
Anası, Keloğlan’ın bir testi altınla geldiğini görünce sevinçten düşüp
bayılmış. Neden sonra ayılmış. Ana oğul, o günden sonra, fakirlik nedir hiç bilmemişler…