EVDE HAYALET VAR, BİR süreden beri evde pek garip şeyler olmaktaydı. Her sabah hizmetkârlar uyanıp aşağıya indiklerinde, evin sokak kapısını ardına kadar açık buluyorlardı.
Bu durum ilk ortaya çıktığında, birkaç gün boyunca bütün odalar teker teker
aranmış, hırsız girip girmediği, bir şeyler çalınıp çalınmadığı anlaşılmaya çalışılmıştı. Ama kaybolan bir şey yoktu.
Geceleri bütün tedbirler alınıyor, kapı dikkatle kapanıp sürgüleniyor, daha da
sağlamlaştırmak için arkasına kocaman bir de tahta mandal yerleştiriliyordu.
Ama bütün bunlar hiç bir sonuç vermiyor, sabah olduğu zaman kapı gene ardına kadar açık bulunuyordu. Sonunda John’la Sebastian, bütün cesaretlerini topladılar, alt kat holüne açılan odada oturup sabaha kadar, hiç uyumadan beklemeye, olup biteni anlamaya ahdettiler.
Bayan Rottenmeier, iki uşağın eve girebilecek yabancılara karşı silahlı olmasında yarar görüyordu. Yukarıdaki çekmeceden Bay Sesemann’ın iki tabancasını çıkardı, mahzenden de bir şişe şarap getirerek nöbetçilere biraz cesaret sağlamaya çalıştı.
Kararlaştırılan gece gelince iki uşak aşağı kattaki odaya yerleştiler. Yerleştikleri anda da hemen cesaretlerini arttıracak birkaç yuduma ihtiyaç duydular.
Başlangıçta şarap onları pek konuşkan yaptı. Az sonra uykularını getirdi. îkisi
de koltuklarının arkasına yaslanıp horul horul uyumaya başladılar. Holdeki büyük saat on ikiyi çalarken Sebastian uyandı. John’a da seslendi ama, arkadaşı uyanmıyordu. Sebastian tekrar uyumadı. Gecenin sessizliği içinde, koltuğunda tedirgin tedirgin oturmaya devam etti. Yalnızca ara sıra John’un uyanıp uyanmadığını anlamak için onu dürtüyordu. Saat biri çalarken John da sıçrayarak uyandı. Hemen ayağa fırladı, büyük bir cesaret gösterisiyle, «Sebastian, şimdi artık dışarıya çıkıp duruma bir baksak iyi olur,» dedi. «Korkmuyorsundur umarım! Haydi, yürü! Önce ben çıkayım.»
John odanın kapısını tutup ardına kadar açtı, adımını hole attı. O sırada esen
bir rüzgâr, elindeki mumu söndürdü. John hemen bir adım geri bastı ve arkasında duran Sebastian’a tosladı. Onu itiştirerek odaya sokuldu, kapıyı çarparak kapattı ve büyük bir telâşla anahtarı da çevirip kilitledi. Ancak bundan sonra kibriti çakıp elindeki mumu tekrar yakabildi. Sebastian bu garip davranışlardan ne anlam çıkarabileceğini bilememişti. Şaşkın bakışlarını John’a çevirdi.
Mum ışığında John’un yüzü kâğıt gibi bembeyaz görünüyordu. Üstelik tir tir titremekteydi adam. Sebastian aceleyle, «Ne var?» diye sordu. «Ne gördün?»
«Kapı ardına kadar açıktı,» diye soludu John. «Merdivenlerde de beyaz bir
şey vardı… sonra birden puf diye yok oldu.»
Sebastian korkuyla ürperdi. Dizleri bükülü verdi. O gece sabaha kadar ikisi birbirine sokulup oturdular ve pencerelerden içeriye gün ışıklan doluncaya kadar yerlerinden kıpırdamadılar. Ancak sokaktan insanlar geçmeye başladıktan sonra odadan çıkıp, sokak kapısını kapatabildiler, ve üst kata, Bayan Rottenmeier’e hikâyeyi anlatmaya gittiler. Bayan Rottenmeier olup bitenleri dinledikten sonra, hemen oturup Bay Sesemann’a uzun bir mektup yazdı. Ona hemen eve dönmesi gerektiğini, çünkü evde herkesin can korkusu içinde olduğunu, bu korkunç olayların ne gibi sonuçlara yol açacağını da kimsenin kestiremediğini anlattı. Fakat Bay Sesemann’dan gelen mektupta, henüz eve dönmesine imkân olmadığı yazılıyor, adamın olayı pek hafife
aldığı da belli oluyordu.
Bayan Rottenmeier artık bu korkudan bezmeye başlamıştı. O zamana kadar
hayaletten çocuklara hiç söz etmemiş, bu durumun onları korkutacağını düşünmüştü. Ama şimdi durum değişikti. Akima bir fikir gelmişti. Hemen Clara ile Heidi’nin yanma gitti, onlara kısık sesle, ama çok renkli ayrıntılarla, bütün olayı baştan sona anlattı. Bu dinledikleri Clara’yı öylesine korkuttu ki, kızcağız avaz avaz bağırarak babasının eve gelmesini istediğini söyledi. Bu durumda onu bir saniye bile yalnız bırakmak doğru olamazdı. Bayan Rottenmeier, Bay Sesemann’a bir mektup daha yazdı, bu sefer olup bitenler yüzünden Clara’nın zaten nazik olan sağlık durumunda bir kötüleşme olursa kendisinin hiç bir sorumluluk kabul etmeyeceğini de ekledi. Bu sözler beklenen etkiyi yapmaya yetmişti. Bay Sesemann iki gün içinde eve döndü. Clara onu görünce sevinçten coştu. Babası onu böyle mutlu gördüğüne çok memnun olmuştu. Yüz çizgilerinden belli oluyordu bu rahatlığı.
Gözlerinde bir pırıltıyla Bayan Rottenmeier’e, «Hayalet ne âlemde bugünlerde?» diye sordu.
Kadın ekşi bir sesle, «Yazdıklarım şaka değil, efendim,» dedi. «Eminim ki.
Bay Sesemann da yarın bu işin şaka olmadığını anlayacak ve fikirlerini değiştireceklerdir.»
«Bakarız,» dedi Bay Sesemann. «Bana Sebastian’ı gönderin.»
Aslında Sebastian’la Bayan Rottenmeier’in her zaman pek iyi geçinemediklerinin. farkındaydı. Bu garip olayların meydana gelişi hakkında bazı kuşkulan vardı.
Uşağa, «Şimdi bana açık açık söyle, Sebastian,» dedi. «Bayan Rottenmeier’i
korkutmak için sen hayalet rolü yapıyor olmayasın?»
«Şerefim üzerine yemin ederim ki öyle bir şey yapmıyorum, efendim!» dedi
Sebastian. Sesi, onun gerçekten doğru söylediğini belli ediyordu. «Lütfen aklınıza böyle bir şey gelmesin, efendim! Bu konu son günlerde beni de epey tedirgin etmeye başladı.»
«Madem ki durum böyle, o zaman sana ve cesur John’a hayaletlerin gün ışığında nasıl göründüğünü göstermem gerek. Aslında kendinden utanman gerekir, Sebastian. Koskoca, kalıplı kıyafetli adamsın! Bir hayaletten ödün kopuyor.
Şimdi hemen dostum Dr. Classen’in evine git, benden selâm söyle, bu akşam
saat dokuzda burada olmasını istediğimi haber ver. Paris’ten buraya sırf onunla konuşmak, öğüdünü almak için geldiğimi söyle. Gece de burada kalmak üzere hazırlıklı olsun. Anladın mı?»
O akşam saat tam dokuzda doktor kapıyı çaldı. Kır saçlı, parlak gözlü, iyi yürekli bir adamdı. İçeriye girerken biraz kaygılı görünüyordu ama, Bay Sese-
mann’ı görünce kahkahalarla gülmeye başladı.
«Şu hale bak hele!» dedi. «Gece sabaha kadar başında beklenmesi gereken
hasta sensen, oldukça iyi görünüyorsun!»
«O kadar çabuk karar verme, dostum! Sana olup bitenleri anlatayım da,
öyle karar ver. Bu evde bir hayalet dolaşıyor! Perili ev burası!»
Doktor bu sefer sarsıla sarsıla gülmeye başladı.
Bay Sesemann, «Ne de anlayışlı dostmuşsun,» diye sözlerine devam etti. «Ne
yazık ki, Bayan Rottenmeier böyle gülemiyor ve işin zevkini senin kadar çıkaramıyor. Ailenin atalarından birinin hortlayıp geceleri evin içinde gezindiğine iyice inanmış.»
Doktor hâlâ kıkır kıkır gülerek, «Peki, Bayan Rottenmeier bu hayaletle nasıl tanışmış?» diye sordu.
Bay Sesemann hikâyeyi başından sonuna kadar anlatınca, iki arkadaş aşağıya indiler ve birkaç gece önce Sebastian’ la John’m nöbet beklediği odaya yerleştiler. Koltuklara kurulup sigara içerek, çene çalarak vaktin nasıl geçtiğini anlamadan saat on ikiyi çaldı.
Doktor, «Galiba hayalet bizim kokumuzu aldı, bu gece gelmemeye karar verdi,» dedi.
«Biraz sabırlı ol! Genellikle saat bir olmadan geliyormuş!»
Gene sohbete başladılar. Saat biri çalıncaya kadar holden hiç ses gelmedi.
Derken bir ara doktor tek parmağını havaya kaldırıp,
«Şşşş, Sesemann,» dedi. «Bir şeyler işitiyor musun?»
ikisi de susup dinlediler. Sokak kapısına takılan tahtanın kaydırıldığı duyuluyordu. Daha sonra anahtarın kilit içinde dönüşünü dinlediler. Bay Sesemann, masanın üstünde duran tabancalardan birini kaparken kapının açılışı da işitildi.
Doktor, «Korkmuyorsun ya?» diye sordu.
Bay Sesemann, «Dikkatli olmakta yarar vardır,» diye karşılık verdi. Eline lam-
bayı alıp hole çıktı.
Açık kapıdan içeriye ay ışığı doluyor, eşikte hareketsiz duran beyazlar giymiş kişinin üstüne dökülüyordu.
Doktor yüksek sesle, «Kim var orada?» diye sordu. Sesi holün içinde yankılanıyordu. îki adam birlikte kapıdaki beyaz gölgenin üstüne yürüdükleri zaman, gölge döndü ve küçük bir çığlık attı. Beyaz geceliği, çıplak ayaklarıyla
Heidi oracıkta titreyerek duruyor, göz kamaştıran ışığın altında gözlerini kırpıştırarak kendisine çevrilmiş silâhlara şaşkınlıkla bakıyordu.
îki erkek de birbirlerine şaşkın bakışlarla baktılar.
Doktor, «Bu, su getiren küçüğün ta kendisi!» diye söylendi.
Bay Sesemann, «Bu ne demek oluyor, çocuğum?» diye sordu. «Neden aşağıya indin sen?»
Heidi solgun, titreyerek adamın karşısında durmaktaydı. «Bilmiyorum,» diye
fısıldadı.
O sırada doktor söze karışmak gereğini duydu. «Sesemann, bu durum beni ilgilendiriyor galiba,» dedi. «Sen odaya geç, ateşin karşısına oturup beni bek-
le. Ben, çocuğu yatağına yatırırım.»
Bu sözlerden sonra doktor hemen tabancasını bıraktı, çocuğu kucaklayıp yukarıya, odasına çıkardı, yatağa yatırıp üstünü dikkatle örttü. Kendisi de yatağın kenarına oturdu, küçük kızın elini tuttu, yumuşacık bir sesle, «Artık her şey yoluna girdi,» dedi. «Söyle bana, nereye gitmek istiyordun, çocuğum?»
Heidi, «Hiç bir yere gitmiyordum,» diye karşılık verdi. «Gittiğimin farkında
değildim. Ama birden kendimi orada buldum.»
«Rüyanda bir şey mi görüyordun?»
«Evet. Her gece aynı rüyayı görürüm. Kendimi dedemin yanında sanırım.
Dışarda köknar ağaçlarının rüzgârda çıkardığı sesi duyarım. Yıldızlı gecede gökyüzünün ne güzel olacağını düşünürüm. Hemen kulübenin kapısına koşup açarım. ‘Ama uyandığım zaman kendimi gene
Frankfurt’da bulurum.»
«Hiç bir yerinde ağrı, sızı var mı?» «Hayır. Yalnız şuramda ağır bir taş
varmış gibi hissediyorum.»
«Bir şey yemişsin de yutamamışsın gibi mi?»
«Hayır, öyle değil. Ama gene de o kadar ağır ki, canım durmadan ağlamak
istiyor.»
«Anlıyorum. 0 zaman uzun uzun ağlıyor musun?»
«Yoo, hayır! Ağlamak olanaksız. Bayan Rottenmeier izin vermiyor.»
«Sen de bu yüzden yutkunuyor, dayanmaya çalışıyorsun, öyle mi? Ama beri yandan, Frankfurt’da kalmak hoşuna gidiyor, değil mi?»
Heidi ezik bir sesle, «Evet,» dedi ama, sesi sanki ‘hayır’ dermiş gibiydi.
«Dedenin yanmdayken nerede oturuyordun?»
«Alm dağmın tepesinde.»
«Sıkıcı olmuyor muydu?»
«Hayır! Çok güzeldi. Öyle güzeldi ki…»
Heidi sözlerine devam edemedi. Geçmişi hatırlamak, az önce geçirdiği serüvene eklenip bunca zamandır içinde tuttuğu göz yaşlarıyla da birleşince, artık kendini tutamamıştı. Gözlerinden aşağı yaşlar boşalmaya başladı.
Küçücük vücudu hıçkırıklarla sarsılıp duruyordu. Doktor ayağa kalktı, elini Heidi’nin yastığı üzerine koydu, «Ağla biraz,» dedi. «Hiç bir zararı olmaz. Daha sonra da uyumaya çalış. Yarın her şey düzelecek.»
Bundan sonra doktor aşağıya, arkadaşının yanına indi. Onun oturduğu koltuğun karşısında duran ikinci koltuğa yerleşerek ciddî bir yüzle konuşmaya başladı: «Sesemann, bu küçük çocuk bir uyurgezer. Her gece, hiç farkında olmadan evin içinde dolaşıyor, ön kapıyı açıyor ve hizmetkârların korkmasına sebep oluyor. Aslında çocuk evini özlüyor ve bu özlem içinde kavruluyor. Ne kadar zayıf, ne kadar acınacak halde olduğuna hiç dikkat etmedin mi? Bunun bir tek çaresi var, o da çocuğu hemen evine göndermek. Beni dinlersen hemen yarın yola çıkarmakta da yarar var.»
Bay Sesemann büyük bir heyecan içinde ayağa kalktı, odanın içinde bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. «Hasta demek!!! Evini özlüyor ha!!! Üzüntüden
zayıflıyor! Benim evimde! Kimse de farkında olmuyor Sen de bir doktor olarak
onu evine yollamamı öğütlüyorsun. Olamaz, doktor. Bunu yapamam ben. Sen
önce bu çocuğu ele alırsın, sağlığına kavuşturursun, ondan sonra, eğer istiyorsa, evine yollayabilirim.»
Doktor, «Sesemann!» diye onun sözünü kesti. «Bir düşün. Bu hastalık, haplarla, şuruplarla iyileştirilecek türden bir hastalık değil. Çocuk zaten ince yapılı ama, eğer evine, o dağ havasına geri dönerse çabucak toparlanabilir. Aksi halde… sen çocuğu evine hasta yollamayı mı tercih edersin, yoksa hiç yollayamamayı mı?»
Bu açık sözler Bay Sesemann’ı çok korkuttu. Doktorun dediklerini hemen
kabul etmek zorunda kaldı. «Eğer sen tek yolun bu olduğuna inanıyorsan, hemen harekete geçmemiz gerek,» dedi.
Konuyu aralarında biraz daha tartıştılar, bir süre sonra da doktor izin isteyip evden ayrıldı. Bay Sesemann, onu geçirmek için kapıyı açtığı zaman, sabah
ışıklarının sokağı iyice aydınlatmış olduğunu fark etti.
-On İkinci Bölüm-