Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
—Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum. Haydi gel de soğutmadan ye!..
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
—Babaanneciğim, gel beraber yiyelim, dedi. Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
—Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşallah, dedi.
Evin gelini:
—Aman anneciğim, eskidenmiş onlar. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer, deyince yaşlı kadın cevap verdi:
—Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
—Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti? Anlat bakalım, merak ettim.
Yaşlı kadın söze başladı:
—Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Asla babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, besmele çeker, “Haydi buyurun.” derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe… Sonunda da sofra duasını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç ailece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu, sofranın edebidir yavrum.
Torunu:
—Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim?
—Hayır yavrum, bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi de olurdu. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum.
Hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, “Deli İbram” derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; “Aba acıktım, aba su ver!” derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı.
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu halde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hatta perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti. Yaşlı kadın anlatmaya devam etti:
—”Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur” derdi büyüklerimiz.
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; “Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as! Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla. Altında ne olduğu görünmesin. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada imanımız kalmaz.” dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış ulu orta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, “göz hakkı” oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde. O zaman yediklerimiz hiç şifa olur mu bize?
Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, “Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.” buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep eziyet ediliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da depresyon diye diye doktorlara gidiliyor.
Torunu:
—Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var. İnsanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar.
—Aaa ne ayıp… İnsan hiç yediğini söyler mi?
Gelin araya girdi:
—Âh anneciğim, her hallerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşya ve kıyafetlerin, hattı beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar.
—Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene… Evler çırılçıplak kaldı desene, dedi yaşlı kadın ve gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
—Biz beylerimizle yan yana yürümeye utanırdık; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük. Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada…
Tabiî ki, mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, imandan bir şubedir. Bakın, size benim annemin anlattığı bir hikayeyi anlatayım.
Hikaye dedimse, adı hikaye… Aslında bir hadis.. Kutsî hadis hem de. Yani mânâsını Allah’ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis.. Şöyle anlatıyor Peygamberimiz:
Allah Teâlâ, Hz. Adem’i yarattığı vakit Cebrail ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Adem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cebrail aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:
“Biz, ruhlar âleminde hep beraber idik. Birbirimizden asla ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona uyarız.”
Cebrail aleyhisselâm da “Öyle ise yerlerinize yerleşin.” diye emretmekle akıl beyinde, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti.”
İşte bu hadiste de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitap eden şeyleri kontrol altında tutmak…
Gelini:
—Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe dertlerimiz arttı, dedi.
Yaşlı kadın devam etti:
—Evin bir edebi daha vardı ki, en önemlisi de budur herhalde… Evin içinde yaşananlar, asla dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar… Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor. Bak aklıma yine bir hikaye geldi. Anlatayım mı?
Torunu atıldı heyecanla atıldı hemen:
—Anlat babaanne, lütfen anlat.
Yaşlı kadın anlattı:
—Evvel zaman içinde memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış.
Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış bu gençliğin sırrı nedir, diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya.
Ama sorular sık ve soranlar çoğalınca cevap vermek zorunda kalmış. Düşünmüş, nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese diye ve sonra karar vermiş. Tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine. “Bu davette size sırrımı açıklayacağım” demiş.
Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merak ederken adamcağız sevimli hanımına seslenmiş.
“Hatun , şu kilerden bir karpuz getirir misin bize sana zahmet!”
Hanım hemen doğrulmuş, kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye, sonra da:
“Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet” demiş. Hanım onu götürüp bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış, yine beğenmemiş.
“Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış, başka bir tane getirir misin” demiş. Bu böylece dört sefer daha tekrarlanmış.
Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilip misafirlere ikram edilmiş. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş.
“Eeeee arkadaşlar işte benim gençliğimin sırrını anladınız mı?”
Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bir şey anlamamış.
“Dede anlamadık biz bu sırrı!” demişler. Dedecik gülmüş.
“Efendiler” demiş, “O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile «Aman be adam, deli misin nesin. Şu tek karpuzu ne
taşıtttırıyorsun bana defalarca» demedi. Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte, gençliğimi bu hayırlı hanımıma borçluyum.
Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız. iyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız.” demiş.
Leyla gelin annesine hak verdi.
—Çok haklısın anneciğim. Eskiden eşler arasında saygı, sevgi, hoşgörü ve anlayış vardı. Ne zaman bunları kaybettik, yuvalarımız dağılmaya başladı.
Yaşlı kadın uzaklara dalıp giderken torunu kaşığı sessizce bıraktı:
—Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allah’a hamd etti.