Çocukluğumda İstanbul ne kadar sakin, ne kadar huzurluydu. O günleri hatırladıkça büyük, cumbalı, bahçeli, birbirine yakın, kalabalık, dost, komşularla dolu evler gözümün önüne geliyor.

Ben de öyle kalabalık büyük bir evde ailemin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Birbirine bağlı, saygının önde geldiği, neşeli ve mutlu bir ailenin içinde yetiştim. Babam, tam bir Osmanlı terbiyesi almış, İstanbullu’ydu. Annem, saygı ve hürmet abidesiydi. Tabiî beni de bu kurallar içinde yetiştirdiler.

Kararları ailede her zaman en büyükler verirdi. Yemek vaktinde, fazla konuşulmadan yenir, büyükler sofradan kalkmadan asla küçükler yerinden kımıldamazdı bile.

İnsanların birbirine güveni vardı. Ben annemin bir yere ziyarete giderken paspasın altına evin anahtarını koyduğunu hatırlıyorum.

Daha sonra kız kardeşim dünyaya geldiğinde daha küçük ama bahçeli bir eve taşınmıştık. Babam anneme: “Kız olduğu için terbiyesi sana ait.” dedi. Annemin bir bakışından ne yapmamız gerektiğini bilirdik. Mesela büyüklerin yanında annem bize kızsa bile hiç tepki vermezdi. Onun için misafir olmasını veya hep büyüklerin yanında olmayı kardeşimle çok isterdik.

Babam bizi Gülhane Parkı’na ve evimize çok yakın olan deniz kenarına götürürdü. Kesinlikle sokakta bir şey alınmayacağını, bir şey yenmeyeceğini bildiğimizden zaten istemekte aklımıza gelmezdi. Her şeyi babam alır ve evde oturarak yememizi isterdi.

Kardeşim doğduğunda biraz şaşırdım ama onu çok sevdim. Kardeşimle çok güzel oynardık. Ben büyük olduğum için sözümü dinlerdi ve bana hizmet ederdi. Öyle öğretilmişti ve bu da benim çok hoşuma gidiyordu.

Bize, küçük yaştan itibaren:

– Büyüklerin lafına karışmamak,

– Kapıyı bir kere çalınıp, geri çekilerek beklemek, en fazla 2 kere çalmak ve gidilen bir yerde fazla kalmamak

– Habersiz hiçbir yere gitmemek,

– Eve gelen kim olursa olsun güler yüzle karşılamak ve yolcu etmek; uzaktan gelen olursa veya yemek saati ise muhakkak yemek yedirmek veya ne varsa ikram etmek,

– Evde misafir varken bırakıp hiçbir yere gitmemek,

– Büyüklerin karşısında edepli oturup, kalkmak,

– Hatamız olduğunda tüm büyüklerin bize karışabileceği öğretildi.

Ayrıca hem evde hem de ziyarete gittiğimiz yerlerde daima yardıma hazır olup, hep hizmete koşmak durumundaydık. Hele büyükler ayakta iken küçüklerin oturması çok ayıptı.

Bayramlarda, bütün aile toplanır beraber yemek yenirdi, mezarlıklar ziyaret edilirdi ve tüm komşularla bayramlaşılırdı. Sonra bize verilen mendillerle beraber şekerler ve harçlıklarımızı alırdık. Bütün mahalle çocukları bir büyüğümüzle at arabasına bindirilerek bayram yerine giderdik. Çok eğlenirdik. Ne güzel komşularımız vardı. Hepsi bizi sahiplenirler, gerektiğinde ceza da verirlerdi.

Babam bize “Ben size haram yedirmedim. Sakın siz de yemeyin!” derdi.

Bunların anlamını çok ilerde anladım.

Hiçbir zaman tek taraflı düşünmemeyi, hatayı kendimizde aramamız lâzım geldiğini, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına da yapmamamız ve hep kendimizi başkalarının yerine koymamız gerektiğini öğrendim.

Hata yapınca hemen özür dilemeyi, aynı hatayı tekrar yapmamayı ve yorulmanın gençlere yakışmadığını, hiç boş oturmamayı öğrendim.

Kalp kırmanın çok kolay, ama kazanmanın incelik olduğunu söylerlerdi. Büyüklerin, haksız bile olsalar tenkit edilemeyeceğini duyarak büyüdük.

Annem ve babam tüm canlılara sevgi göstermemizi devamlı söylerlerdi.

Babam ekmeğe çok değer verirdi. Her yemekten sonra muhakkak masanın altı da temizlenirdi, kırıntılar toplanırdı. Babam askerde süpürge tohumu yediklerinden bahsederdi.

O zamanlar evde fırın, buzdolabı vs. olmadığından annemin yaptığı kurabiyeleri, poğaçaları köşedeki fırına götürmek benim işimdi. Ama bunu zevkle yapardım.

Babamın her gün erkenden sabah ezanı ile kalktığını hatırlıyorum. Hemen çay koyardı. Çayı çok sevdiğinden özellikle kendi demlerdi.

Annem devamlı yanan sobadan alınan koru mangala koyar, bize ekmek kızartırdı. Bize kokusu gelince uyanırdık. Bu kokuya kardeşim bayılırdı. Bir de annemin yıkadığı bembeyaz çarşafların kokusu çok hoşuma giderdi.

Benim hayatta en çok etkilendiğim kişi “cici babam” dediğim eniştemdi. Dinine çok bağlı fakat o kadar da aydın biri olan eniştem, benim en çok sevdiğim kişiydi. Bana Kur’an-ı Kerim okumasını, namaz kılmasını, duaları o öğretti: “Evlâdım, her baktığın kişiye evliya olabilir diye bak, kimseyi kendinden aşağı görme!” derdi.

Peygamberlerin, evliyaların hayatını hep ondan öğrendim. Benim sırdaşım ve hocamdı. Onunla doğduğumdan beri hep beraberdim ama hiç kızdığını, yüzünü bir gün bile ekşittiğini görmemiştim. O hep mutlu, huzurlu hoşgörülü bir insandı. Herkes onu ziyarete gelir, akıl danışır ve hürmet gösterirdi. Çocuklar da çok severdi. Mahalle camimizin imamı da çoğunlukla ona namaz kıldırtırdı. Her sabah beni de namaza kaldırır, öyle camiye giderdi. Onunla olmak bana çok mutluluk verirdi. Her şeyi ona sorabiliyordum. Ben onsuz bir hayat düşünemezdim: “Cici babam yaşlı, ölürse ben ne yaparım” diye hüzünlenirdim. Eniştemi kaybettiğimde çok büyük bir boşluk hissettim.

Ailede ve çevrede en çok benim dindar olduğum söylenirdi.

Babamı da hiç hasta olup yatarken görmedim. Çok çalışkandı ve neşeliydi. Ağzından bir kötü söz işitmedik ve bizi hiç cezalandırmadı. Daima annemle muhataptık. Hastalığını bizden sakladı. Ne yazık ki, onu kaybettikten sonra öğrendik.

Bilge Nur Karabüber

You may also like

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir