ÇİL HOROZ, Çok önceki zamanlarda bir ülke varmış ve bu ülkede Keloğlan diye biri yaşarmış. Fakat bu Keloğlan’ın ne kimi varmış, ne de kimsesi. Ne babası varmış, ne anası.

Yalnız bir Çil Horoz’u varmış ki, ona da horoz demek için bin tanık istermiş. Boy desen boyu yokmuş Çil Horozun, tüy desen tüyü. Bücür mü bücürmüş.

Ama gelin Çil Horoz’u bir de Keloğlana sorun. Onun gözünde Çil Horoz dünyada tekmiş. Varsa Çil Horoz, yoksa Çil Horoz. Bütün günleri onunla geçermiş. Anlayacağınız, Keloğlan, Çil Horozsuz ne yer, ne de içermiş.

Bir gün Keloğlan mahallenin çocuklarıyla çelik çomak oynuyormuş. Çil Horoz da yan taraftaki çöplükte eşinip deşiniyormuş. Ara sıra bir arpa tanesi ya da mısır kırıntısı bulunca, “kukuriku” diye yaygara kopararak midesine indiriyormuş.

Çil Horoz çöplükte eşinip dururken, çöpler arasında kocaman bir inci bulmuş. Bulduğu şeyin sert, yenilmez bir şey olduğunu anlayınca almış gagasına, biraz ötede çelik çomak oynayan Keloğlana uzatmış.

Oyuna dalan Keloğlan’ın gözü dünyayı görmüyor ki, Çil Horoz’u görsün. Arkadaşlarıyla bağırış çağırış içinde koşturup duruyor. Horoz küçük aklıyla şöyle düşünmüş: “Bulduğum şeyi koşup Keloğlan’a götürürsem, öbür çocuklar
çekip elimizden alırlar. En iyisi kimseye çaktırmadan, bu tarafa baktırmadan onu yanıma çağırayım.”

Ötüyor gibi yaparak:

“Ke ke kel!… O o oğlan! Buraya gel! Buraya gel!”

Keloğlan anlamış horozun gizli bir şey söyleyeceğini, koşup gelmiş. Çil Horoz yavaşça:

“Baaak!” demiş, “çöplükte ne buldum.”

Keloğlan almış horozun gagasından inciyi, ne olduğunu pek anlayamamış ama sağ cebine atıvermiş. İnci pat diye yere düşmüş. Almış yerden, sol cebine  koymuş. İnci orada da barınamamış. Gene düşmüşmüş yere. Çünkü cepleri
delikmiş Keloğlan’ın.

İnci ceplerinden düşünce, almış mı Keloğlan’ı bir düşünce. “Nereme koyayım, neremde saklayayım” diye kel başını kaşımaya başlamış. Tam o sırada bir atlı çıkıvermiş karşıdan. Sürüp gelmiş atını tıkıdak tıkıdak… Süslü püslü bir adam. Karşısında selama durup çalımına bak… Atlı gelmiş gelmiş, Keloğlanın tam önünde rap diye duruvermiş. Sonra da kırk yıllık ahbap gibi:

“Kel oğlum, keleş oğlum…” demiş, “görüyorum ki pek düşünceye dalmışsın. Sanki dünya yıkılmış da altında kalmışsın. Derdin nedir, söyle bana, elimden gelen yardımı yapayım sana.”

Keloğlan:

“Amca, var git işine. Benim ne derdim olacak?.. Kırılmış balta, körelmiş nacak…

Horozum çöplükten, ben komşuluktan geçinip gidiyoruz işte…” diyecek olmuş ama adam ayrık kökü gibi sırnaşmış.

“Beni kandıramazsın, delikanlı…” demiş, “gözümden hiçbir şey kaçmaz. Şu sıkı sıkı kapattığın elinin içinde ne var? Söyle de bilelim.”

“Ha, o mu?” diye biraz kem küm ettikten sonra, Keloğlan baklayı ağzından çıkartmak zorunda kalmış:

“Amca, şu inci mi, taş mı, her neyse başıma bela oldu. Sağlam bir cebim yok ki orada saklayayım. Düşünceye dalmamım sebebi bu…”

Atlı “keh keh” diye uzun uzun gülmüş. Sonra sesine biraz babacanlık, biraz sevgi, biraz ikiyüzlülük karıştırarak:

“Düşündüğün şey de bu mu, sırma saçlı çocuğum?..” demiş. “Ver onu bana… Koyayım cüzdanıma. Saklayım hayrıma.”

Her zaman uyanık olan, her zaman cin gibi tetikte duran Keloğlan’ın nasıl olduysa üzerine bir uyuşukluk çökmüş:

“Olur, amca…” demiş, “bu inci beni çok bunalttı. Al sen sakla.”

“Ver… Saklarım, gül perçemli çocuğum. Hiç saklamaz olur muyum? Sen orasını hiç düşünme. İstediğin zaman gel. İncini benden al.”

Adam almış alacağını, şaha kaldırmış küheylan atını. Arkasında bir toz bulutu bırakarak uzaklaşıp gitmiş.

Çil Horoz:

“Kel ke kel… oğ oğ oğlan…” diye uzun uzun ötmüş. Ben çöplükten inci bulayım. Sen elin açıkgözüne kaptır. Bu sana da, bana da yazıktır!”

“Niçin kaptırmış olayım, canım!” demiş Keloğlan. “Ben ona incimizi bağışlamadım ya… Gerektiğinde gider isteriz incimizi. Atlı itli, giyimli kuşamlı koskoca adam aldatacak değil ya bizi.”

Horoz büsbütün öfkelenmiş:

“Zor zor zor istersin sen adamdan o emaneti. O elimizden uçtu gitti. Nasıl bulacağız yerini? Adamın ne adını sordun, ne adresini.”

Keloğlan horozu daha fazla üzmemek için sesini çıkarmamış. Günler geçmiş aradan. Esirgesin yaradan, köye bir “gölge vergisi” toplayıcısı gelmiş. Çünkü o ülkenin tahta yeni çıkan padişahı “Her insandan bir kat, gölgesinden iki kat vergi alınacak” diye bir yasa çıkartmış. Vergici kurulmuş köy odasına, vergisini vermeyeni çekmeye başlamış falakaya.

Keloğlan bakmış ki dayak sırası kendisine gelecek. “Haydi horoz kardeş…” demiş, “gidip o amcadan incimizi alalım.”

Birlikte düşmüşler yola. Selam vermeden sağa sola, yel gibi gitmişler. Dereleri tepeleri düz etmişler. Ormanda bir tilki çıkmış karşılarına. Tilki:

“Sormak ayıp olmasın ama böyle yayan yapıldak nereden?..”

“Nereye gideceğiz?..” demiş Keloğlan, “atlı amcadan incimizi istemeye gidiyoruz.”

“Çok iyi… Çok iyi…” demiş tilki, “n ’olur ben de geleyim sizinle. Çoktan beri bu ormandan dışarı adım attığım yok. Biraz gezip dolaşayım da gözüm gönlüm açılsın.”

“Olur” demiş Keloğlan. Horoz da “O… o… olur” diye ötmüş.

Birlikte düşmüşler yola. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler.

Derken tilki yorulup kalmış. Şuradan şuraya adım atamaz olmuş.

“N ’olur, beni bırakmayın burada!” diye yal varmaya başlamış. Keloğlan, Çil Horoz’a bakmış. O da başını kaldırmış, “kukurikuuu” diye ötmüş. Sonra yutuvermiş tilkiyi. Gene düşmüşler yola.

Az gitmişler uz gitmişler, sarp bir derenin içinden geçerlerken karşılarına bir kurt dikilmiş. Keloğlanla Çil Horoz’un uzaklara gittiğini öğrenince:

“N ’olur, ben de sizinle geleyim!” diye yalvarmaya başlamış kurt. Onu da almışlar yanlarına. Dere tepe aştıktan, kır bayır dolaştıktan sonra kurt da serilip kalmış yere. Adım atamaz olmuş.

Horoz kurdu da yutmuş, kursağına yerleştirmiş. Bir ovaya vardıklarında bir ırmak kesmiş önlerini. Irmak:

“N ’olur, ben de sizinle geleyim!” demiş.

“Olur…” demişler.

Irmak peşlerinden çağlayıp gelmiş. Gelmiş ya, dere tepe derken hız kesilmiş, dizlerinde derman kalmamış. Serilmiş yere. Ama Çil Horoz ne güne duruyor? “Kukurikuu” diye öttükten sonra ırmağı da yutuvermiş.

Ondan bundan sorup soruşturarak, yoruldukça mola verip durarak atlının köyüne ulaşmışlar. Adamın geniş bir avlu içinde bir konağı varmış, görenler saray sanırmış. Güçlükle girebilmişler içeri. Biraz zor da olsa, beyin karşısına dikilmeyi başarmışlar:

“Amca…” demiş Keloğlan, “seni rahatsız etmek istemezdik ama başımız çok bunaldı. Köye gölgeden vergi toplayan bir adam geldi. Anlayacağın, incim gerekti bana. Zahmet olacak ya sana, onu ver de gidelim. Çok uzak yoldan
geldik zira. Aşmadığımız ne dağ kaldı, ne dere…”

Keloğlan’ın incisini alırken ağzından inci saçan, yüzünde güler açan atlı bey, önce katran gibi kararmış, sonra ayva gibi sararmış.

Bir bağırıp çağırmış ki, sormayın. İşitenler kaçacak delik aramışlar. Keloğlan’la Çil Horoz kaya gibi dimdik kalmışlar. Adam bakmış ki bunlar inciyi almadan bir yere gitmek niyetinde değiller. Adamlarına buyurmuş:

“Atın şu tüysüz oğlanla yoluk horozu kazın ahırına!”

Adamlar durur mu? Bizimkileri kaz ahırına yallah etmişler, kapıyı da dışarıdan kilitleyip gitmişler. İçeride yüzlerce kaz. Başlarını kaldırıp boyunlarını uzatıp “tıs tıs” diyerek üzerlerine saldırıvermişler. Çil Horoz bakmış ki başka kurtuluş yolu yok. Açmış gagasını, kursağında uyuyan tilkiyi
dışarıya çıkartmış. Tilkidir bir gayretle gelmiş. Silkinip atılıvermiş kazların üstüne. Hepsini boğup boğup öldürmüş.

Sabah olmuş. Keloğlan’la Çil Horozun ölüsünü çıkarmak için ahıra gelen uşaklar ikisini de sapasağlam bulunca, koşup beye haber vermişler. Bey öfkeden küplere binmiş.

“Öyleyse…” demiş, “o hınzırları boğaların ahırına atın. Bakalım sağ çıkabilecekler mi oradan?”

Birçok boğanın bulunduğu ahıra atmışlar bizimkileri. Boğalar başlarını süzerek fırlamışlar ileri. Çil Horoz kaşla göz arasında kurdu salmış dışarıya.

Kurt acımamış hayvanlara. Parçalayıp öldürmüş hepsini.

Sabah olmuş. Gelip bakmışlar ki Keloğlan’la Çil Horoz sağ. Boğalar yere serilmiş.

Bey öfkesinden çılgına dönmüş. Fırını tutuşturup içine tepe gibi odun attırmış. Tutuşup yanınca, Keloğlanla Çil Horozu fırına fırlatmışlar. Ağzını da sımsıkı kapatmışlar.

Çil Horoz hemen açmış gagasını, taşıdığı ırmağı “caşşş” diye ateşlerin üstüne boşaltıvermiş. Tısss… Fırın sönüvermiş. Beyle adamları, ölüp ölmediklerini anlamak için fırın kapağını açtıklarında, bizimkileri karşılarında sapasağlam bulmuşlar.

Bey çok korkmuş Keloğlan’la Çil Horoz’dan.

“Kusura bakma, sırma saçlı oğlum!” demiş. “Senden aldığım inciyi kızım evlenirken boynuna takmıştım. Onun yerine sana iki altın vereyim. Güle güle harca.”

Keloğlan:

“Olmaz…” demiş. “Benim incim en azından yüz altın ederdi.”

Adam pazarlık ede ede on altına çıkmış, yirmi altına, derken elli altına dayanmış ama Keloğlan Nuh demiş, peygamber dememiş. Bey de kesenin ağzını açıp yüz altını vermek zorunda kalmış.

Altınları aldıktan sonra düşmüşler yola. Biraz gidince, Keloğlan:

“Horoz kardeş…” demiş, “biz nereye gidiyoruz? İnsanın gölgesinden bile vergi alınan o ülkede ne işimiz var? Başımızı alalım, adı sanı bilinmedik ülkelere gidelim.”

Öyle yapmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Günün birinde adı sanı bilinmeyen bir ülkeye yetmişler. Meğer orada da saçı olandan bir kat, olmayandan iki kat vergi alınıyormuş. Neyse, Keloğlan elindeki paranın yarısını kellik vergisine yatırmış. Yarısıyla da tarla tapan edinmiş, çiftçi olmuş ve hayatını yaşamış.

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

You may also like

Comments

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir