
Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü

Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü
Efendim, bilesiniz, benim babam bu diyarın hükümdarı idi.
Adı Mahmut’tu ve Kara Adalar’ın ve bu dört dağın efendisi idi.
Babam yetmiş yıl saltanat sürdü; sonra da Tanrı’nın rahmetine kavuştu.
Ölümünden sonra, saltanata ben sahip oldum ve amcamın kızıyla evlendim.
Karım beni öylesine bir aşkla seviyordu ki, yanından ayrılsam, beni yeniden görünceye kadar ne yer ne de içerdi.
Beş yıl benim korumam altında kaldı; sonra bir gün, aşçıya, akşam yemeği için hazırlık yapması talimatını verdikten sonra hamama gitmiş.
Ben saraya geldim, her zaman uyumayı âdet ettiğim yerde uzandım; iki esirden de bir yelpazeyle beni serinletmelerini istedim.
Biri baş ucumda, öteki ise ayak ucumda duruyordu.
Karımın yokluğunu düşünerek uykum kaçmıştı; ruhum uyanıktı ama, gözlerim kapalıydı.
O sırada başucumdaki esirenin, beni uyur sanarak ayak ucumdakine şöyle seslendiğini duydum: “Mesude, efendimiz ne kadar talihsiz bir genç, değil mi?
Onun eş olarak hanımımız gibi böylesine hain, böylesine cani birine sahip olması ne kadar yazık!”
Öteki de, “Allah zina yapan kadınların belasını versin!
Böylesine bir zaniye, efendimiz gibi güzel huylu biriyle evlenmemeliydi.
Tüm gecelerini başka başka yataklarda geçiriyor!” diye yanıt verdi.
Başucumdaki esire de buna karşı, “Gerçekten bu kadının yaptıklarına aldırmamak için efendimiz epeyce kaygısız olmalı!” dedi.
Öteki de, “Bunu nasıl söylersin?
Efendimiz onun yaptıklarından kuşku duymuyor ki!
Yoksa onu bu denli özgür bırakır mıydı sanıyorsun?
Sen bilmiyorsun, bu nankör, her gece yatmadan önce efendimizin içtiği şaraba bir şeyler, sanırım bhank karıştırıyor; o da derin uykulara dalıyor.
Bu durumdayken, ne olup bittiğini, onun nereye gittiğini, ne yaptığını bilemiyor.
Böylece, efendimize şarap içirdikten sonra giyinip onu yalnız bırakarak gün doğuncaya kadar ortadan yok oluyor.
Geri döndüğünde, kocasının burnuna yanık bir şey uzatarak koklatıyor; ve onu uyandırıyor” yanıtını verdi.
Esirelerin bu sözlerini duyunca, efendim, gözümün nuru karardı.
Amcamın kızı, yani karımla yeniden birlikte olacağım akşamın gelişi âdeta gecikti.
Sonunda karım hamamdan döndü.
Sofrayı serdik ve âdet edindiğimiz tarzda, karşılıklı içki ikramında bulunarak bir saat kadar yemek yedik.
Bunu izleyerek yatmadan önce her gece içtiğim şarabı istedim; bana bardağı verdi; onu her zamanki gibi dudaklarıma götürür gibi yaptım; ve çabucak giysimin üst kısmındaki kıvrıma döktüm; ve hemencecik yatağa girerek uyur gibi yaptım.
Bunun üzerine karım, “Uyu!
Bir daha inşallah hiç uyanmazsın!
Allah da biliyor ya, senden nefret ediyorum.
Seni görür görmez tüylerim diken diken oluyor; sen yakınımdayken ruhum bunalıyor” dedi.
Sonra kalktı, en güzel giysilerini giydi, koku süründü, beline bir kılıç taktı.
Sarayın kapısını açtı, çıkıp gitti.
Bunun üzerine kalktım ve onu saraydan çıktığı andan başlayarak izlemeye koyuldum.
Kentin bütün çarşılarını geçti.
Sonunda kentin kapılarına ulaştı.
Kapılara doğru hiç anlayamadığım bir dilde seslendi; kilitler düştü ve kapılar açıldı.
Ve karım kentin dışına çıktı.
Ben de kendimi fark ettirmeden ardına düştüm.
Sonunda harabe yığınlarından oluşmuş tepelere ve bunların ortasında bulunan tuğladan örülmüş, kubbesi bulunan yarı yıkık bir kaleye ulaştı.
Kapıdan girdi, bense, kubbenin üstüne çıktım ve yukarıdan gözetlemeye koyuldum.
Karım bir zencinin yanına girdi.
Bu zencinin üst dudağı bir tencere kapağı gibi idi; alt dudağı da tencerenin ta kendisiydi; iki dudağı da o denli aşağı sarkıyordu ki, bunlarla kumlardaki çakılları ayıklayabilirdi.
Her yanı hastalıktan çürümüştü; ve şeker kamışından yolunmuş kuru yapraklar üzerinde yatıyordu.
Onu görünce, karım, yere kadar eğilerek, iki eli arasında toprağı öptü; o da başını kaldırıp ona çevirdi ve “Allah belanı versin!
Bu saatlere kadar niye geciktin?
Buraya içmeleri ve sevgilileriyle birbirine katılmaları için zencileri çağırdım.
Bense, senin yüzünden içmeye hiç heves duymadım” dedi.
Karım, “Ey – efendim, ey kalbimin sevgilisi!
Bilmez misin ki, ben amcamın oğluyla evliyim; ve onu görür görmez nefretle doluyorum.
Birlikte olmaktan dehşet duyuyorum.
Eğer sana zarar vermeyeceğini bilsem, kenti çoktan tepeden tırnağa harabeye çevirir, taş üstünde taş koymazdım.
Orada baykuş ve karga sesinden başka ses duyulmazdı; harabelerin taşlarını da Kaf Dağı’nın ötesine fırlatırdım!” dedi.
Zenci, “Yalan söylüyorsun, ey alçak kan!
Bak, şerefim, zencilerin erkek olarak üstün niteliği ve insan olarak beyazlardan sonsuz üstünlüğümüz üzerine yemin ediyorum ki, bu günden sonra, bir kez daha geç kalırsan, artık senin dostluğunu reddeder ve vücudunu bir daha vücudumun üstüne çekmem!
Ey nankör hain!
Sen kadınlık arzularını başka yerlerde doyurduğun için geç kalmadın mı yani?
Ey pislik, ey beyaz kadınların en aşağılığı!” diye yanıt verdi.
Şehzade hükümdara yönelerek böyle konuşmuş ve sözünü sürdürmüş:
Bu konuşmayı duyup aralarında geçenleri gözlerimle görünce, dünya gözümde karanlığa dönüştü, artık nerede olduğumu bilemedim.
Bunu izleyerek karım olan yeğenim, ağlamaya ve zencinin önünde alçalarak yalvarmaya başladı: “
Ey sevgilim, ey yüreğimin meyvesi!
Benim senden başka kimim var?
Beni kovarsan, felaketim olursun!
Ey sevdiceğim, ey gözümün nuru!”
dedi ve ağlamayı, yalvarmayı, bağışlanıncaya kadar sürdürdü ve bağışlanınca da çok mutlu oldu; ayağa kalktı ve tüm giysilerinden soyundu ve donunu da çıkararak çırılçıplak kaldı.
Sonra da, “Ey efendim, esireni besleyecek neyin var?” diye sordu.
Zenci de “Tencerenin kapağını kaldır, orada kaynatılmış fare kemiği bulacaksın; şu küpte de boza var, içersin!” dedi.
Karım ayağa kalktı, yiyip içti, ellerini yıkadı ve kamış yapraklarından oluşan yatakta zenci ile yattı; ve çırılçıplak, iğrenç paçavralar altında zenciye sarıldı.
Karım olan yeğenimin yaptığı her şeyi görünce, artık kendimi tutamadım ve kubbeden aşağı inerek salona saldırdım ve karımın getirdiği kılıcı ele alarak ikisini de öldürmeye karar verdim.
İlkin zencinin boynunu vurdum ve öldüğüne inandım.
Bu anda, Şehrazat, sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça sesini kesmiş.
Sabah olunca Şah Şehriyar, hükmettiği divana girmiş ve günün sonuna kadar divan toplantısında bulunmuş.
Sonra Şah, sarayına dönmüş: ve Dünyazat, kızkardeşine, “Öyküne devam etmeni rica ediyorum” demiş; o da “Gerekli saygıyla ve bütün kalbimle!” demiş.
Sekizinci Gece Gelince
Söze başlamış:
İşittim ki, ey bahtı güzel şahım, büyülenmiş genç, Sultan’a şöyle demiş:
Kafasını kesmek üzere zenciye vurunca, aslında boğazını deri ve et olarak kesmişim.
Korkunç bir sesle haykırınca onu öldürdüm sandım.
Karım olan yeğenim, bu sırada derin uykulardaydı; benim oradan ayrılmamdan sonra, uyanmış ve kılıcını alıp kınına sokmuş, kente dönmüş; sabaha kadar benim yanımda yatmıştı.
Ertesi gün karımın saçlarını kestiğini ve matem giysilerine büründüğünü gördüm.
Sonra bana, “Ey amcamın oğlu, bu halime bakıp beni suçlama!
Annemin öldüğünü, babamın da kutsal savaşta şehit düştüğünü yeni öğrendim; kardeşlerimden birini akrep sokarak öldürmüş, diğeri de yıkılan bir binanın altında kalarak canlı canlı toprağa gömülmüş; bunları duyunca, ağlayıp sızlamaktan kendimi alamadım” dedi.
Onun bu sözlerini duyunca, bir şey görmemiş gibi davranarak “Ne yaparsan yap, seni durduracak değilim” dedim.
O da matemine bürünüp, bir yıl boyunca, derdini boyna yenileyip gözyaşlarıyla ve çılgın bir kederle kahrolarak ömrünü sürdürdü.
Bir yıl dolunca, bana “Sarayının bahçesinde, türbe şeklinde bir mezar yaptırmak istiyorum.
Orada yalnız başıma kalarak ağlayacağım; ve bu yere Matem Evi adını vereceğim” dedi; ben de “Gerekli gördüğün neyse, yap?” dedim.
Bu Matem Evi’ni yaptırdı: üstü kubbe, altı çukur olarak…
Sonra da aslında ölmemiş olan, ama iyice hasta düşüp halsiz kalan ve artık karıma hiçbir yararı dokunmayacak durumdaki zenciyi taşıtıp buraya yerleştirdi.
Ama bu durumu, onun boyna şarap ve boza içmesine engel değildi.
Ancak yaralandığı günden sonra hiç konuşamadı ve vadesi dolmadığı için yaşamını sürdürdü.
Ve karım, her gün sabah ve akşamları, türbede onun yanına gidip çılgınca gözyaşları dökerek dövünmesini sürdürdü; ona, içsin diye içki ve et suyu verdi: Bir yıl daha sabah akşam, bu tutumunu terk etmedi ve ben sürekli olarak ona katlandım; ancak bir gün ansızın yanına girince, karımı ağlayıp ellerini yüzüne çarparken buldum ve üzgün bir sesle şu dizeleri okuduğunu duydum:
Sen gittin gideli ey sevgili, insanlardan soğudum, yapayalnız yaşadım.
Çünkü sen gittin gideli kalbim sevmeyi unuttu.
Ama bir gün döner de sevgilini ararsan, yalvarırım bedenimi kollarına al!
Ve mezarının yanı başında bana da bir yer ayır!
Eğer bir gün dönersen ey sevgili!
Sesin, eskisi gibi adımı sevgiyle ansın!
Mezarımda bana seslen!
Ama sen yanıt olarak kemiklerimin birbirine çarpmasından doğan hazin sesten başkasını duyamazsın!
Sızlanmalarını bitirince, elimde kınımdan sıyrılmış kılıçla, ona
“Ey Haine!
Geçmiş ilişkileri inkâr eden ve dostluğu çiğneyen nankörce sözlerini duydum” deyip kolumu kaldırarak ona vurmaya hazırlanınca, birden ayağa fırladı ve zenciyi benim yaraladığımı anlayarak anlamını kavrayamadığım sözler sarf ettikten sonra, “Büyünün faziletiyle, yarı taş, yarı insan ol!” diye beni lanetledi.
Ve hemen o anda, efendim, bu gördüğün hale geldim!
Ne kıpırdayabiliyorum, ne bir harekette bulunabiliyorum; böylece ne ölü ne de canlı sayılırım artık.
Beni bu hale koyduktan sonra, hükmettiğim dört adayı da büyüledi ve onları ortasında göl bulunan dört dağa dönüştürdü; tebaamı da balığa çevirdi.
Hepsi bu kadar değil!
Her gün bana işkence ediyor, deriden bir kemerle beni kamçılıyor; kanım sızıncaya kadar yüz kere vuruyor.
Sonra da, giysilerimin altına, çıplak bedenimin tüm üst bölümünü kapsayan kıllı bir giysi koyuyor.
Öyküsünün burasına gelince genç adam ağlamaya başladı ve şu dizeleri söyledi:
Adaletini beklerken Yüce Tanrım, ve de vereceğin hükmü;
sabırla susuyorum, iradenin böyle olduğuna inanarak…
Ama felaketimin içinde boğuluyorum; senden
başka sığınacak limanım yok Rabbim! Ey Kutsal
Peygamberimiz’in tapındığı Tanrım!
Bunu duyan Sultan, genç adama dönerek, “Sen benim dertlerime dert kattın!
Söyle bana bu kadın nerededir?” diye sordu.
Genç adam, “Kubbenin altında yatan zencinin yanında!
Her gün buraya geliyor.
Bana yaklaşıyor, beni soyuyor, beni kamçılıyor; bense ağlıyor, haykırıyorum; ama ona karşı kendimi savunmak için bir hareket yapamıyorum; beni böylece cezalandırdıktan sonra, yeniden zencinin yanına dönüyor; ona sabah akşam şaraplar, et suları götürüyor” diye yanıt verdi.
Sultan, “Aman yarabbi! Benim sana unutulmayacak, benden sonra da tarihe geçecek bir hizmette bulunmam kaçınılmaz oldu artık!” demiş ve akşam saatinin yaklaşmasına kadar genç adamla
konuşmasını sürdürmüş.
Sonra hükümdar ayağa kalkmış ve büyücülerin gece ayinlerinin vakti olan gece yarısı gelinceye kadar beklemiş, tam o saatte soyunmuş ve kılıcını kuşanarak zencinin bulunduğu yara doğru yollanmış; orada mumları ve asılı lambaları görmüş.
Ödağacı, koku ve merhemlerin yayıldığı havayı koklamış; sonra doğruca zencinin yanına ulaşmış ve kılıcını çarpıp onu öldürmüş.
Sonra onu sırtına alıp sarayda bulunan bir kuyunun dibine atmış.
Sonra da geri dönmüş, zencinin giysilerini giymiş; bir süre uzun ve yalın kılıcını savurarak türbede gezinmiş.
Bir saat sonra, sefil büyücü kadın, genç adamın yanına gelmiş.
İçeri girer girmez, kocası olan yeğenini soymuş ve kamçısını alıp onu dövmüş.
Delikanlı, “Ay, ay! Yeter!
Zaten felaketim yeterince çekilmez!
Ah! Acı bana!” diye haykırmış.
Kadın, “Peki, sen bana acıdın mı?” diye yanıt vermiş;
“Bana sevdiğimi bağışladın mı?
Hayır, değil mi? Öyleyse katlan!”
Sonra da keçi kılından yapılmış giysiyi çıplak bedenine giydirmiş; sonra onu bırakıp yanında şarap ve kaynamış bitki suyuyla zencinin yanına seğirtmiş.
Türbeye girince ağlamış; “Uh, uh!” diye haykırarak sızlanmaya başlamış; ve de “Ey efendim, ne olur konuş benimle!
Sesini duyur bana, ey efendim!” deyip acı dolu bir sesle şu dizeleri okumuş:
Ey kalbimin sahibi! Bu katı uzaklaşma böyle sürüp
gidecek mi? İçime soktuğun sevgi dayanılmayacak
kadar ağır bir işkence! Ah, daha ne zamana kadar
benden kaçıp duracaksın? Eğer üzüntümden, acı sefaletimden
başka bir şey istemiyorsan öyle olsun! Git!
Mutlu ol! Dileğin yerine getirilecektir.
Sonra hıçkırıklarla boğulmuş ve tekrarlamış, “Ey efendim, konuş benimle, sesini duyayım!” diye.
Bunun üzerine zenci kılığındaki Sultan, dilini ağzında dolaştırarak, zenci taklidiyle, “Ha! Ha! Allah’ın inayetinden gayrı kuvvet ve kudret yoktur” demiş.
Kadın, sevgilisinin bu sözlerini duyunca, neşeden haykırmış ve bayılmış; sonra kendine gelerek, “Oh, efendim artık iyileştin mi?” diye sormuş; hükümdar sesini değiştirerek zayıf bir tınıyla,
“Ah alçak.
Sana seslenmeye hiç de layık değilsin!” demiş.
Kadın, “Neden ama?” diye sorunca, “Çünkü gün boyunca kocanı cezalandırmaktan başka bir şey yapmıyorsun.
O da bağırıp yardım istiyor; ve bütün bunlar sabahlara kadar geceleri uykumu dağıtıyor.
Kocansa durmadan yalvarmaktan ve bağışlanma dilemekten kendini alamıyor.
Öylesine ki, sesi, tüm uykumu alıp götürüyor.
Bunlar olmasaydı çoktan gücümü toplardım.
İşte sırf bu neden, seni yanıtlamaktan beni alıkoydu” demiş.
Kadın, “Madem ki sen emrediyorsun, onu bulunduğu durumdan kurtarırım” demiş.
Sultan da, “Evet, onu kurtar! Bana da huzur ver!” diye yanıt vermiş.
Kadın, “Emrin başım üstüne!” deyip ayağa kalkarak türbeden çıkmış.
Saraya gelince, su dolu bakır bir kabı alıp onun üzerine sihirli sözcükler okumuş.
Ve su, tencerede kaynayan su gibi kaynamaya başlamış.
Bunun üzerine suyu genç adamın üstüne serpmiş ve “Söylenen sözlerin yüzü suyu hürmetine ilk halini alman için seni bu durumdan kurtarıyorum” demiş,
Genç adam silkinip ayaklarının üzerine durmuş; kurtuluşuna sevinerek Tanrıdan başka Tanrı olmadığına ve Muhammet’in Tanrı’nın Peygamberi olduğuna tanıklık ederim!” demiş;
“Allah’ın inayeti ve selameti senin üzerine olsun!” diye eklemiş; kadın da ona, “Defol! Ve bir daha da buraya gelme!
Yoksa seni öldürürüm” diyerek yüzüne haykırmış.
O zaman genç adam iki elini havaya kaldırarak kaçıp gitmiş.
Kadın türbeye dönmüş; çukura inerek, “Ey efendim, ayağa kalk, seni göreyim!” demiş; öteki ise çok zayıf bir sesle, “Daha bir şey yapmış değilsin!
Huzurumun ancak bir parçasını sağladın.
Ama derdimin asıl nedenini ortadan kaldırmadın!” demiş.
Kadın, “Ey sevdiceğim, bu esas neden nedir?” diye sormuş; sahte zenci de, “Önceleri eski kentin ve dört adanın halkından başkası bana ve sana lanetler yağdırıyorlar. işte yeniden kuvvetlenmemi
engelleyen neden budur.
Onları kurtarmak sana düşer!
Sonra da gel elimden tut, ayağa kalkmama yardım et!
Çünkü o zaman mutlaka sağlığıma kavuşmuş olacağım!” demiş.
Kadın, zenci olduğunu sandığı hükümdarın bu sözlerini duyunca, neşeyle ona, “Ey efendim, senin emrin başım üstünedir” demiş; ve de “Bismillah” diyerek mutlulukla ayağa kalkmış ve koşmaya başlamış; göle gelince, eline bir parça su almış ve…
O anda Şehrazat şafağın söktüğünü görmüş ve yavaşça sesini kesmiş.
Dokuzuncu Gece Gelince
Yeniden anlatmaya başlamış:
İşittim ki, ey bahtı güzel şahım, genç büyücü kadın, gölden eline bir parça su almış ve üzerine gizemli sözler söylemiş; balıklar kıpırdamaya başlamış ve başlarını kaldırıp o anda yeniden
âdemoğullarına dönüşmüşler ve kentte oturanların büyüsü çözülmüş.
Ve kent, güzel çarşıları ve her biri işinin başına dönmüş esnafıyla parıltılı bir şehir olmuş; ve de eskiden olduğu gibi dağlar adalara dönüşmüş.
Bunun üzerine genç kadın, hemen, zenci sandığı Sultan’ın yanına dönmüş; ve ona “Ey sevgilim, bana, cömert elini uzat da öpeyim” demiş. Sultan ona alçak sesle, “Yanıma yaklaş!” demiş.
Kadın yaklaşmış. Sultan, birdenbire kılıcını çekip kadının göğsüne öyle bir saplamış ki, kılıcın ucu sırtından çıkmış; sonra yeniden kılıçla vurmuş ve kadını ikiye bölmüş.
Bundan sonra, oradan çıkıp onu ayakta bekleyen büyülenmiş genç adamı bulmuş; kurtulması dolayısıyla iltifatlarda bulunmuş; genç adam da onun elini öpmüş, coşkuyla şükranlarını sunmuş.
Bunu izleyerek hükümdar, ona “Kentte mi kalmak yoksa benimle ülkeme mi gelmek istersin?” diye sormuş.
Genç adam da, ona “Ey zamana hükmeden hükümdarım!
Buradan, senin ülkene ne kadar mesafe var, biliyor musun?” diye sormuş;
Sultan da “İki buçuk gün” diyerek yanıtlamış.
Bunu duyan genç adam, “Ey hükümdarım, eğer uyuyorsan, uyan!
Buradan ülkene dönmek için, Allah’ın izniyle, tüm bir yıl gerek sana!
Eğer sen buraya iki buçuk günde, gelmişsen, kentin büyülenmesindendir.
Sonra, ben de, ey şahım, seni, göz açıp kapayasıya kadar bir zaman için bile terk etmeyeceğim!” demiş.
Olsun ki, seni yoluma çıkardı!
Sen bundan sonra benim evladımsın!
Madem ki Tanrı bana bugüne kadar bir evlat vermedi! demiş.
Bunun üzerine birbirinin boynuna sarılmışlar; sonsuz bir neşeye kapılmışlar, Bunu izleyerek daha önce büyülenmiş olan şehzadenin sarayına doğru yürümeye başlamışlar.
Şehzade ülkesinin ileri gelenlerine Mekke’ye giderek kutsal hac görevini yerine getireceğini söylemiş.
Bunun üzerine gerekli tüm hazırlıklar yapılmış.
Sonra şehzade ile hükümdar yola koyulmuşlar.
Hükümdarın yüreği ülkesine olan özlemle tutuşuyormuş; çünkü bir yıldır oradan uzakta imiş; yanlarında sunulacak armağanlar taşıyan seksen köle varmış.
Böylece tam bir yıl, hükümdarın ülkesine yaklaşıncaya kadar, gece gündüz, yolculuk etmekten geri kalmamışlar.
Bunu duyan vezir, bir daha görmekten umut kesmiş bulunduğu hükümdarı karşılamak için askerlerle yola çıkmış.
Askerler hükümdarlarını görünce yere kapanmış ve iki ellerinin arasından yeri öpmüşler; ona “beyan-ı hoşâmedi” eylemişler.
Sultan sarayına girmiş, tahtına oturmuş; sonra veziri yanına çağırtmış; ve olup biten her şeyi ona anlatmış; vezir genç adamın öyküsünü öğrenince, onu kurtuluşa ve selamete erişi dolayısıyla kutlamış. Meclis kurup herkese armağanlar dağıttıktan sonra hükümdar, vezirine, “Çabuk bana, buraya evvelce balıkları getiren balıkçıyı bulup getirin!” demiş.
Vezir adam gönderip büyülenmiş bir kentte oturanların kurtuluşunu sağlayan balıkçıyı aratmış.
Hükümdar onu yanına çağırmış ve hilatlar giydirmiş, yaşamı üstüne sorular sormuş, çocukları olup olmadığını öğrenmek istemiş; balıkçı da ona, bir oğlu iki kızı olduğunu söylemiş: Sultan iki
kızdan biriyle hemen kendi evlenmiş; genç adam da ikincisini eş edinmiş.
Sultan kızların babasını artık yanından hiç ayırmamış ve onu baş hazinedar yapmış.
Sonra veziri, genç adamın Kara Adalar arasındaki kentine yollamış, onu bu adaların hükümdarı yapmış; daha önce kendisine yoldaşlık eden elli köleyi de maiyetine vermiş ve o ülkenin emirlerine dağıtılmak üzere pek çok hilatlar göndermiş.
Bunun üzerine vezir, hükümdarın ellerini öperek yola koyulmuş.
Hükümdar ile genç adam birlikte yaşamlarını sürdürmüşler.
Balıkçıya gelince, baş hazinedar olarak, iki kızı da hükümdar eşi olan zamanın en zengin adamlarından biri olmuş; ve ölünceye kadar öyle kalmışlar.
Ancak, diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, bu öykünün “Hamal’ın Öyküsü”nden daha çok hayranlık uyandırdığına sakın inanmayın!
Hamal ile Genç Kızların Öyküsü
[…] Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü […]