BİR NİNE DAHA, ERTESİ akşam, Sesemann’ların evinde büyük bir hazırlık vardı. Çok geçmeden kapının önünde bir arabanın durduğu duyuldu. Sebastian’la Tinnette olanca hızlarıyla merdivenlerden aşağıya koştular, arkalarından da Bayan Rottenmeier gururlu adımlarla basamakları ağır ağır inmeye başladı. Bayan Sesemann’ı karşılamak, ona ‘hoş geldiniz’ demek zorunda olduğunu biliyordu. Heidi’ye odasında oturması, çağrılmadan aşağıya gelmemesi emredilmişti. Kızcağız köşeye koyduğu taburenin üstünde oturup bekliyor, bir yandan Bayan Sesemann’la tanıştırıldığı zaman söylemek üzere kendisine ezberletilen küçük söylevi tekrarlıyor, iyice ezberlemeye çalışıyordu.
Çok geçmeden Tinnette kapıda belirdi ve onu çağırdı. Her zamanki gibi başım kapının kenarından içeri uzatarak, yine o yılışık sesiyle, «Çalışma odasına
ineceksin,» dedi.
Heidi yerinden kalkıp yola koyuldu.
Bir yandan hâlâ söyleyeceği kelimeleri aklından tekrarlıyor, bir yandan da neden bu yaşlı kadınla Bayan Rottenmeier’in öğrettiği biçimde konuşması gerektiğine şaşıyordu. Odanın kapısını açtığında büyükanne tatlı bir sesle, «Ah, işte çocuk geldi,» diye seslendi. «Gel de sana bir bakayım!»
Heidi yaklaştı, her zamanki açık konuşmasıyla, «İyi akşamlar, Madam,» dedi.
Büyükanne gülerek, «Aman Tanrım,» diye bağırdı. «Siz, Alm dağında insanlarla böyle mi konuşursunuz?»
«Hayır. Bizim orada hiç kimsenin böyle bir adı yoktur.» Heidi’nin sesi çok
ciddiydi.
Büyükanne, «Burada da yoktur,» dedi. Hâlâ gülümsüyordu. Uzanıp Heidi’nin
yanağını okşadı. «Çocukların yanında olduğum zaman adım Büyükanne’dir. Bunu hatırlayabilecek misin?»
«Elbette. Hem de çok iyi. Çünkü, ben de ilk önce öyle diyordum.»
Büyükanne başını sallayarak, «Anlıyorum,» dedi. Heidi’ye daha bir dikkatle baktı. Heidi’nin titremeyen, ciddî gözleri de ona sevecenlikle bakıyordu. Yaşlı
kadını bu çocuğa doğru çeken bir sıcaklık doğmuş gibiydi. Heidi, kadının çok
güzel ak saçlarına, üstündeki dantelli fileye, iki yanındaki fiyonklara bakmak-
taydı.
«Senin adın nedir, çocuğum?»
«Aslında adım Heidi. Ama eğer beni Adelheid diye çağırırsanız, gene de hatırlamaya çalışıp…» Heidi suçlu suçlu sustu. Bazen Bayan Rottenmeier kendisini bu isimle çağırınca hatırlayamadığını, hiç aldırmadığını hatırlamıştı. Tam o sırada Bayan Rottenmeier de odaya giriyordu. Bu sözleri duymuştu. Hemen söze başladı:
«Bayan Sesemann da hak verecektir ki, bu çocuğa insanın telâffuz edebileceği bir isim bulmak zorundaydım. Evde birçok hizmetçinin de bulunduğunu dikkate alırsanız, elbette ki.. »
Bayan Sesemann, «Çok haklısınız, Rottenmeier,» diye onun sözünü kesti.
«Ama mademki çocuğun adı Heidi, kendisi de böyle çağrılmaya alışık, ben de onu öyle çağıracağım. Böylece bu işi de halletmiş olduk.»
Bayan Rottenmeier kendisine yalnız soyadıyla hitap edilmesinden pek utanmıştı. Ama büyükanne dediği dedik bir insan olduğu için, elinden bir şey gelmezdi. Çok uyanık bir kadındı büyükanne.
Aklı başındaydı. Bu evde neler olup bittiğini bir bakışta anlamış gibiydi.
Ertesi gün öğleden sonra Clara, öğle uykusuna dahncaya kadar, onun başında
oturan Bayan Sesemann, odadan çıktığı zaman merdivenlerden üst kata doğru yürüdü, Bayan Rottenmeier’in odasının kapısını vurdu. Bayan Rottenmeier bu beklenmedik ziyaret karşısında oldukça şaşalamıştı. Bayan Sesemann sözü hiç dolaştırmadan:
«Heidi nerede ve ne yapıyor, bunu bilmek istiyorum,» dedi.
Bayan Rottenmeier, «Odasında,» diye karşılık verdi. «Eğer niyet ederse orada kendisine hem oyalayıcı hem de yararlı bir sürü iş bulabilir. Ama eğer Bayan Sesemann bu çocuğun düşünebildiği, yapabildiği şeyleri bilseler…
Anlatmaya bile cesaret edemiyorum.»
«Onun yerinde olsam, sanıyorum ben de tıpkı öyle davranırdım. Şimdi lütfen
küçüğe söyle de, odama gelsin. Ona bazı güzel kitaplar vermek istiyorum.»
«İşte sorun da burada ya!» diye patladı Bayan Rottenmeier. Ellerini umutsuzluk belirtisi olarak yukarıya kaldırmıştı. «Kitap onun ne işine yarar? Daha alfabeyi bile bilmiyor! Ona bir şey öğretme olanağı da yok! Öğretmen de size aynı şeyi söyleyecektir. Peygamberler kadar sabırlı bir insan olmasa, bu çocuğa ders vermeyi çoktan reddederdi.»
«Yaa… Bu garip. Çocuk bana hiç de aptal gibi gbzükmemişti. Şimdi git, bana getir onu. Başlangıçta yalnızca kitaplardaki resimlere bakmakla yetinsin öyleyse.»
Bayan Rottenmeier daha çok .şeyler anlatmak niyetindeydi ama, Bayan Sesemann hemen arkasını dönüp çabucak odadan çıktı.
Heidi içinde güzel renkli resimler olan kitabı görünce gerçekten çok sevinmişti. Büyükanne bir sayfa çevirdi, Heidi birden neşeli bir çığlık attı. Yaşlı kadın, çocuğun yüzüne baktığında yanaklarından aşağı yaşların süzülmekte olduğunu gördü. Resimde çok güzel bir otlak görünüyordu.
Yemyeşil otlarla kaplıydı. Üzerinde çeşit çeşit hayvanlar otluyordu. Biraz ilerde çoban, sopasına dayanmış, sürüsünü mutlu bakışlarla süzmekteydi.
Her taraf altın ışıklara bürünmüştü. Güneş ufukta batmak üzereydi.
Büyükanne uzanıp Heidi’nin elini avuçları içine aldı. «Hadi yavrum, ağlama! Ağlama!» dedi. «Belki bu resim sana bir şey hatırlatmıştır. Ama bak, kitapta
bununla ilgili çok güzel bir hikâye anlatılıyor. Sana bu gece o hikâyeyi anlatacağım. Başka hikâyeler de var kitapta.
Hepsini tekrar tekrar okuyabiliriz. Şimdi gel seninle biraz konuşalım. Gözlerindeki yaşlan kurula, karşıma geç ki yüzünü görebileyim. Tamaam, oldu işte. Şimdi yeniden mutlu olduk.»
Heidi hıçkırıklarını durdurabilmek için büyük çaba gösterdi ve sonunda başardı. Büyükanne o zaman, «Şimdi bana bir şey söylemeni istiyorum, küçüğüm,» dedi. «Derslerin nasıl gidiyor? Onlardan hoşlanıyor musun? Başan gösteriyor musun?»
Heidi içini çekerek, «Hayır,» diye karşılık verdi. «Ama bunu beceremeyeceğimi zaten biliyordum.»
«Neyi beceremeyeceksin, Heidi? Ne demek istiyorsun?»
«Okumayı öğrenmeyi. Çok zor.»
«Ömrümde böyle şey duymadım! Kim söyledi sana zor olduğunu?»
«Peter söyledi. Hem Peter bu işi bilen biridir. Öğrenmeye çok çalıştı ama,
bir türlü başaramadı. Çok zor çünkü.»
«Bu Peter ne biçim bir çocuk böyle! Şimdi sen beni dinle Heidi. Biz, Peter’in dediğine inanmayacağız. Kendimiz deneyeceğiz. Eminim ki öğretmenin dediklerine pek dikkat etmiyordun. Gösterdiği harflere dikkatle bakmıyordun.»
«Yaran yok,» dedi Heidi. Umutsuzca içini çekmeye devam ediyordu.
«Heidi, söylediklerimi iyi dinle! Sen okumayı şimdiye kadar öğrenemedin,
çünkü Peter’in söylediklerine inanmıştın Şimdi ise benim söylediklerime inanacaksın. Ben sana, senin de her çocuk gibi okumayı öğrenebileceğini söylüyorum.
Öbür çocuklar da senin gibi çocuklardır. Ama Peter gibi çocuklar değildir. Hem bunu çok da çabuk öğreneceksin. Her şeyden önce, okumayı bildiğin zaman neler olacağını anlaman gerek. Şu resimde, yeşil otların üzerinde duran çobanı görüyor musun? îşte okumayı öğrenir öğrenmez bu kitap senin olacak. O çobanın başına gelenlerin hikâyesini kendi kendine okuyup, sanki birisi sana anlatıyormuş gibi öğrenebileceksin. Çobanın sürüsüyle ne yaptığını, karşısına nelerin çıktığını… hepsini! Bunlar seni sevindirmez mi, Heidi?»
Heidi bu sözleri büyük bir dikkatle dinliyordu. Birden, pırıl pırıl parlayan
gözleriyle, «Ah, keşke şu anda okuyabilseydim!» diye bağırdı.
«Çarçabuk öğrenirsin… bundan eminim Heidi. Ama şimdi artık birlikte Clara’nın yanma gidelim. İstersen bu kitapları da götürelim.»
Büyükanne, Heidi’yi elinden tuttu, birlikte çalışma odasına doğru yürüdüler.
Heidi’nin eve gitmeye kalkıştığı, Bayan Rottenmeier’in onu yakalayıp nankör bir çocuk olduğunu söyleyerek azarladığı günden bu yana, çocuğa bir değişiklik olmuştu. Artık canı istediği zaman evine dönemeyeceğini iyice anlamış bulunuyordu. Oysa Dete teyzesi, ona öyle söylemişti. Söylemişti ama, o gene de Frankfurt’da kalmak zorundaydı. Çok uzun bir süre. Belki de ömrünün sonuna kadar.
Tekrar buradan gitmeye kalkarsa,. Bay Sesemann’ın da, Clara ile büyükannenin de kendisini nankör diye nitelendireceklerini anlıyordu. Yani sözün kısası, evini ne kadar çok özlediğini anlatabileceği hiç kimsesi yoktu. Büyükanneye anlatamazdı. Çünkü, kendisine çok iyi davranan bu yaşlı kadını da Bayan Rottenmeier gibi öfkelendirmeyi göze alamazdı.
Ama bu dertlerin hepsini kendi içinde tutmak ona taşıyamayacağı kadar büyük bir ağırlık veriyordu. İştahını kaybetmeye başlamıştı. Günden güne sararıp soluyordu. Geceleri yatağına yattığı zaman uzun süre uyanık kalıyor, el ayak çekilince Alm dağını, güneşin parlak ışıklarını, renkli çiçekleri gözünün önüne getirmeye çalışıyor, sonunda uykuya daldığı zaman rüyasında dağların kıpkızıl doruklarını, tepelerindeki alev rengi karları görüyordu. Sabah uyandığında hemen dışarıya, güneşe koşmak istiyor, ama Frankfurt’da olduğunu hatırlıyor, evinden çok, çok uzakta olduğunu farkediyordu.
O zaman sessizce, uzun uzun ağlıyordu Heidi. Hiç kimse işitmesin diye yüzünü yastıklara gömerek ağlıyordu.
Heidi’nin bu mutsuzluğu büyükannenin gözünden kaçmamıştı. Önce belki bir
değişiklik olur, diye birkaç gün bekledi.
Ama Heidi gene öyle sessiz kalmakta devam ediyordu. Bir sabah büyükanne, çocuğun yüzünde ağlamış gibi bir ifade gördü. Onu kendi odasına götürdü, sevgi dolu bir sesle, «Şimdi söyle bana, Heidi,»
dedi. «Derdin nedir? Bir şeye mi üzülüyorsun?»
Ama Heidi bu iyi yürekli kadına karşı nankörlük gösteremezdi kesinlikle.
«Lütfen… size söyleyemem,» diye karşılık verdi.
«Clara’ya söyleyebilir misin?»
«Hayır! Hiç kimseye!»
Heidi o kadar acınacak durumdaydı ki, büyükannenin içini bir hüzün kapladı.
«Gel buraya, küçüğüm,» dedi. «Sana bir şey söylemek istiyorum: Eğer insanın üzüntüsü olursa, hiç kimseye de anlatamazsa, o zaman o üzüntüsünü Tanrı’ ya söyler, Tanrı’dan kendisine yardım etmesini ister. Çünkü Tanrı, bütün dertle-
rimize son verebilecek güçtedir. Bunu biliyor muydun? Her akşam yatarken seni yaratan büyük Tanrı’ya dua edip, O’na, sana verdiği güzel şeylerden dolayı şükrediyor musun? Seni kötülüklerden uzak tutmasını diliyor musun?»
«Hayır! Bunu hiç yapmıyorum,» dedi Heidi.
«Ömründe hiç dua ettin mi Heidi? Dua etmenin nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?»
«Bir zamanlar ilk büyükanne ile birlikte dua ederdim. Ama çok eskidendi.
Şimdi unuttum.»
«Biliyor musun, Heidi, sana yardım edecek hiç kimse olmadığı için mutsuzsun sen. İçimiz üzüntüyle dolu olduğu zaman, Tanrıya koşmanın, O’na her şeyi anlatmanın, bize hiç kimsenin veremeyeceği yardımı vermesini istemenin ne güzel olduğunu düşünebiliyor musun? Bizi mutlu edecek şeyleri O her zaman verebilir.»
Heidi’nin gözlerine birden bir sevinç geldi. «O’na her şeyi anlatabilir miyim?»
diye sordu.
«Her şeyi, Heidi. Her şeyi.»
O zaman çocuk, büyükannenin avucunda duran elini geri çekti. «Yukarıya
gidebilir miyim?» diye sordu.
«Elbette! Elbette!»
Heidi bunu duyar duymaz, hemen kendi odasına koştu. Taburesinin üstüne oturdu, ellerini kavuşturdu, Tanrıya ta içinden gele gele, her şeyi anlattı, sonunda da ondan eve, dedenin yanma dönebilmek için yardım istedi.
Bu olaydan bir hafta kadar sonra bir gün öğretmen, Bayan Sesemann’ı görmek
istediğini bildirdi. Ona çok şaşılacak bir haber vermek niyetindeydi. Yaşlı kadının oturduğu odaya alındığı zaman, Bayan Sesemann ona elini uzattı, «Sizi gördüğüme çok memnun oldum,» dedi. «Şimdi beni neden görmek istediğinizi anlatın. Oturmaz mısınız? Umarım bana birini şikâyet için gelmiyorsunuzdur.»
«Tersine, efendim,» diye söze başladı öğretmen. «Bir şey oldu… hiç beklemediğim bir şey. Geçmiş tecrübelerimin ışığında bana bir mucize gibi görünmesine rağmen, gene de oldu. Aslında da gerçekten mucize. Bütün beklediklerimin tersine…»
Büyükanne, «Yoksa küçük Heidi okumayı mı öğrendi?» diye öğretmenin sözünü kesti.
Öğretmen şaşkınlıktan dilini yutarak ona baktı. Neden sonra:
«Bu gerçekten mucizeden aşağı kalmıyor,» diye açıklamaya başladı. «Bütün
çabalarıma rağmen, alfabeyi bile bir türlü öğrenemiyordu. Oysa şimdi, birdenbire öyle çabuk öğrendi ki… Göz açıp kapayıncaya kadar demek yerinde olur! Derslere yeni başlayan biri için gerçekten olmayacak şey!..»
Bayan Sesemann, «Hayat mucizelerle doludur,» diyerek gülümsedi. «Tabiî bu arada çocukta yeni bir istek yaratmak, ya da yeni bir eğitim yöntemi uygulamak gibi rastlantılar da olabilir. Şimdi bize çocuğun yaptığı bu aşamaya sevinmek ve ilerde de böyle devam etmesini ummak kalıyor.»
Öğretmeni kapıya kadar geçirdikten sonra büyükanne, hemen çalışma odasına yollandı, aldığı iyi haberin sonuçlarını kendi gözleriyle görmek istedi. Heidi orada, Clara’nın yanıbaşında oturuyor, elindeki kitaptan bir hikâyeyi büyük bir ilgi ve merakla, yüksek sesle okuyordu.
Sayfanın üstüne dizilmiş küçük, kara harflerin gerçek insanlara, ilginç serüvenlere dönüşmesi onu da şaşırtmış gibiydi.
O akşam Heidi sofraya oturduğu zaman, tabağının üzerinde güzel renkli resimlerle dolu olan o kitabı buldu. Soru soran bakışlarını büyükanneye çevirdi.
Büyükanne başını sallayarak, «Evet, o kitap senin oldu artık, Heidi!» dedi.
«Her zaman için mi? Eve gittiğim zaman bile mi?»
Heidi’nin yüzü mutluluktan kıpkırmızı kesilmişti.
«Elbette her zaman için! Yarın bu kitabı okumaya başlarız.»
Clara atıldı: «Ama henüz eve gidecek değilsin, Heidi,» dedi. «Daha yıllarca bizimle kalacaksın. Hep yanımda kalmanı istiyorum. Hele büyükannem gidince.»
Heidi o gece yatmadan önce kitabına baktı. Ondan sonra da her gece, o güzel resimleri anlatan hikâyeleri tekrar tekrar okumayı âdet etti.
Akşamları büyükanne, «Şimdi Heidi bize biraz kitap okusun,» dediği zaman,
küçük kız sevinç içinde kitabını getiriyor, okuduğu hikâyeler ona her seferinde daha güzel, daha ilginç geliyordu. En çok sevdiği resim, çarpık sopasına dayanmış duran çobanı, o yeşil otlağı gösteren resimdi. Bu çoban, babasının sürüsünü otlatıyordu. Ama bir sonraki resimde çobanın evden kaçıp, yabancıların domuz sürülerini otlatmak zorunda kalışı gösterilmekteydi. Kötü şeyler yemekten zayıflamıştı. Bu resimde güneş ötekindeki kadar parlak değildi. Her taraf gri ve sisliydi. Ama bir üçüncü resim daha vardı.
Bu seferkinde çobanın babası kollarını açmış, pişman olup evine dönen oğlunu kucaklamaya koşuyordu. Çocuk utanarak yaklaşıyordu babasına doğru. Yorgundu, pisti, üstü başı yırtık pırtıktı. Kitapta Heidi’nin en çok sevdiği hikâye buydu.
Bunu tekrar tekrar okuyor, büyükannenin açıklamalarını dinlemekten hiç usanmıyordu. Başka güzel hikâyeler de vardı kitapta. Onları okuyarak, resimlerine bakarak, günler çok daha çabuk geçmeye başlamıştı. Sonunda büyükannenin gideceği gün de geldi çattı.
-Onuncu Bölüm-