ALMA DÖNÜŞ, BAY Sesemann, heyecanlı adımlarla yukarıya, Bayan Rottenmeier’in odasına yürüdü. Kapıya sert vurulması, kadını uykudan uyandırdı. Bayan  Rottenmeier, efendisinin, «Lütfen yemek odasına gelin!

Yolculuk hazırlıkları yapmamız gerekiyor,» dediğini duyunca iyice şaşaladı.

Daha ömründe bu kadar erken kalkmak zorunda kalmamıştı Bayan Rottenmeier. Saat dört buçuktu. Ne olmuş olabilirdi acaba? Öyle kaygılanmıştı ki, elbiselerini bile güçlükle giydi. Bay Sesemann o kapıdan ayrıldıktan sonra evin bütün hizmetkârlarını birer birer uyandırmaya koyulmuştu. Hepsine seslenerek dolaşması, zavallıları hayaletin eve saldırdığına inandırmıştı. Her halde efendileri kendilerinden yardım istiyordu!..

Oysa onu yemek odasında bir aşağı bir yukarı gezinir buldular, ve yüzünde hiç
korku ifadesi olmadığını görünce, daha da çok şaşırdılar. John’a atları ve arabayı hazırlaması söylenmişti. Tinnette ise Heidi’yi uyandırıp giydirmek görevi almıştı.

Sonunda Bayan Rottenmeier de hazırlanıp aşağıya inebildi. Bay Sesemann,
ona: isviçreli çocuğun eşyalarını bir sandığa yerleştirmesini, Clara’nın giysilerinden de bazılarını ona vermesini tembih etti. Böylelikle küçük kız, evine birkaç kat doğru dürüst kıyafet de götürebilecekti, Bay Sesemann bütün bunların çarçabuk yapılıp bitirilmesini istiyordu.

Zavallı Bayan Rottenmeier, Bay Sesemann’a şaşkın şaşkın bakakalmıştı. Buraya gelirken hayalete dair, insanın saçlarını diken gibi havalandıracak bir olay dinlemeye hazırlanmıştı. Oysa, kendisine pek olağan şeyler anlatılıyordu.

Kulaklarına inanamayarak durdu, bekledi. Bay Sesemann’m başka şeyler de söyleyeceğini umuyordu. Oysa onun uzun açıklamalarla kaybedilecek vakti yoktu. Hemen Clara’nm odasına doğru uzaklaştı ve Bayan Rottenmeier’i oracıkta tek başına bıraktı. Clara yatağında uyanık yatıyordu.

Bu erken saatte evin içinde başlayan hareketin nedenlerini merak etmekteydi.
Babası, onun yatağının kenarına oturarak olup bitenleri bir bir anlattı, doktorun vardığı yargıyı, Heidi’nin hemen evine dönmesine nasıl karar verdiklerini açıkladı.

Clara’ysa pek üzülmüştü. Heidi’yi yanında tutabilmek için aklına gelen her
çareyi ortaya atıyordu ama, babası kararını değiştirmiyordu. Clara’ya eğer iyi
çocuk olur, Heidi’nin gidişine sızlanmazsa, ertesi yıl onu İsviçre’ye götüreceğine söz verdi.

Sebastian’a da çocuğu alıp evine kadar götürmesi emredilmişti. Birinci gün
Basel’e kadar gidecekler, ertesi gün oradan Heidi’nin oturduğu yere geçeceklerdi. Sebastian, aynı zamanda çocuğun dedesine Bay Sesemann’dan bir mektup götürecekti. Bu mektup yerine verilir verilmez Sebastian eve dönebilecekti.

Bay Sesemann sözlerini bitirirken, «Asıl önemli olan şu, Sebastian…» dedi.

«Şu karta Basel’deki bir otelin adını ve adresini yazdım. Bu kartı otelin müdürüne gösterdiğin zaman, sana ve çocuğa birer oda verecekler, önce çocuğun odasına gideceksin, bütün pencerelerin sımsıkı kapalı olduğundan emin olacaksın. O yatıp uyuduktan sonra dışardan odanın kapısını kilitlemeni istiyorum. Çünkü bu çocuk, uyurgezer.»

Sebastian, «Demek hayalet oymuş! Şimdi anlıyorum!» diye haykırdı. Enikonu şaşırmıştı.

Bay Sesemann, «Elbette, koca budala! » dedi, sonra dönüp kendi odasına yollandı. Niyeti, Alm Amca’ya yollayacağı mektubu yazmaktı.

Heidi hâlâ ne olup bittiğini bilmiyordu. Tinnette tek kelime söylemeden onun
giyinmesine yardım etmişti. Bunun nedeni de ortadaydı. Tinnette, onu aşağı sınıftan bir çocuk sayıyor, konuşmaya lâyık bulmuyordu.

Bay Sesemann mektubu bitirince, yemek odasına döndü. Kahvaltı sofrası hazırdı. «Çocuk nerede?» diye sordu. Hemen Heidi’yi çağırdılar.

Heidi odaya girip, «Günaydın!» derken Bay Sesemann, onun üzgün küçük
yüzüne baktı. «Ne diyorsun bu olup bitenlere, küçüğüm?» diye sordu. Sesi çok
yumuşak ve anlayışlıydı.

Heidi, ona şaşkın şaşkın bakıyordu.

Bay Sesemann, «Daha bilmiyor musun?» diye güldü. «Bugün evine dönüyorsun.»

Heidi birden solarak, alçacık bir sesle, «Evime mi?» diyebildi. Bir an için soluğu kesilir gibi olmuştu.

Bay Sesemann gülümseyerek, «Yoksa gitmek istemiyor musun?» diye sordu.

«Yoo, hayır, çok istiyorum.» Küçük kızın yüzüne birden renk gelmiş, gözleri
parlamaya başlamıştı.

«Pekâlâ öyleyse. Tıka basa kahvaltı et, sonra da hemen arabayla yola çıkacaksın.»

Heidi ne kadar çabalasa, tek lokma yutamıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Bütün bunlar rüya gibi geliyordu ona.

Bay Sesemann, odaya girmekte olan Bayan Rottenmeier’e döndü: «Sebastian’a söyleyin, yanma fazla yiyecek alsın,» dedi. «Çocuğun şimdi bir şey yiyememesi çok doğal.» Sonra gene Heidi’ye baktı, «İstersen araba gelinceye kadar Clara’nın yanma git,» dedi.

Heidi hevesle yerinden kalkıp üst kata koştu. Clara’nın odasında, orta yerde kocaman bir sandık duruyordu. Clara bu sandığa elbiseler, önlükler, mendiller, türlü türlü giysiler yerleştirtiyordu.

«Bak, sana neler hazırladım,» diye bağırdı. «Sevinmiyor musun, Heidi? Hem bak, Heidi!» Zafer dolu bir gülüşle elinde tuttuğu sepeti gösteriyordu. Heidi ilerleyip sepetin içine baktı, bakar bakmaz da sevincinden havaya sıçradı. Sepetin içinde on iki tane birbirinden güzel küçük, beyaz ekmek vardı. Nine için.

Çocuklar öyle büyük bir mutluluk içinde hazırlıklara dalmışlardı ki, ayrılık
vaktinin geldiğini bile unutmuşlardı. Araba kapıya dayandığı zaman da, artık üzülmeye vakit kalmadı.

Heidi birden sevgili kitabını hatırlayarak yukarıya, odasına koştu. Elini
yastığının altına daldırıp kitabı çekti.

Hep orada saklardı onu. Olanca hızıyla aşağıya indi, kitabı ekmeklerin bulunduğu sepete koydu. Daha sonra, dolabına da bir göz atmayı akıl etti. Elbette! îşte kırmızı şah orada duruyordu. Heidi onu sardı sarmaladı, görünmesin diye öteki eşyaların arasına sakladı.

Çocukların hemen vedalaşması gerekiyordu. Bay Sesemann kapıda, Heidi’yi
arabaya bindirmek üzere beklemekteydi.

Bayan Rottenmeier de merdivenin tepesinde durmuş, aşağıya bakıyordu. Birden Heidi’nin eşyaları arasında gözüne kırmızı bir şey ilişti. Hemen inip ucundan yakaladı ve çekti. Kırmızı şalı görünce bir kenara fırlattı.

«Olmaz, Adelheid!» diye küçük kızı azarladı. «O eski püskü şeyi dünyada yanında götüremezsin! Haydi şimdi, güle güle!»

Heidi şalını almaya cesaret edemiyordu. Yalvaran gözlerini evin efendisine
çevirdi. Bu gözlerde en değerli hazinesinin elinden alındığına inandığı okunuyordu.

Bay Sesemann ciddî bir sesle, «Yok, yok, karışmayın,» dedi. «Çocuk neyi isterse götürebilir, ister kedi yavrusu, ister kaplumbağa olsun. Biz de bunlara lütfen sinirlenmeyelim, Bayan Rottenmeier!»

Heidi hemen şalını aldı. Gözlerinde bu sefer şükran vardı. Bay > Sesemann
onunla el sıkıştı, iyi yolculuklar diledi, Clara’nm onu her zaman  hatırlayacağını söyledi. Heidi de ona bütün iyiliklerinden dolayı teşekkür ettikten sonra, «Lütfen doktora da benim tarafımdan veda edin, ve ona çok, çok teşekkür edin,» dedi.

Doktorun uyumadan önce kendisine, «Yarın her şey düzelecek,» dediğini unutmamıştı. İşte şimdi gerçek olmuştu o sözler. Heidi bütün bu olanları doktorun sağladığına iyice inanmıştı.

Onu kucaklayıp arabaya bindirdiler, sonra da sandığı, sepeti, yiyecekleri yüklediler. Bay Sesemann, ona bir kere daha iyi yolculuklar diledi, sonra da araba yola koyuldu.

Kısa bir süre sonra Heidi, Sebastian’ la birlikte, trenin vagonundaydı. Sepetini
kucağında tutuyordu. Evine, dedesine dönmekte olduğuna, yakında nineyi, Peter’i, o çok sevdiği vadileri, otlakları göreceğine daha yeni yeni inanmaya başlamıştı. Birden kaygıyla Sebastian’a döndü: «Sebastian, Alm’daki ninenin ölmediğinden emin misin?» diye sordu.

Uşak, onu avutmaya çalışarak, «Elbette, eminim tabiî.» diye karşılık verdi.

Heidi bir kere daha kendi düşüncelerine daldı. Ara sıra sepetin içine göz atıyordu. Bir süre sonra tekrar, «Sebastian,» diye seslendi. «Keşke ninenin yaşadığını kesin olarak bilebilseydim!»

Sebastian yarı uyur yarı uyanık bir sesle, «Evet, evet,» dedi. «Yaşıyordur elbette. Neden ölsün?»

Az sonra Heidi de uyuklamaya başladı. Öyle derin bir uykuya daldı ki, Sebastian onu sarsıncaya kadar uyanmadı. «Kalk! Uyan! Basel’e geldik.»

Ertesi sabah tekrar yola çıktılar. Bu sefer de yollan gene epey uzundu. İnecekleri yere yaklaştıklarında, Heidi konuşamayacak kadar heyecanlanmıştı. Derken, hiç beklenmedik bir zamanda tren
memurunun sesi duyuldu: «Maienfeld!»

Heidi hemen oturduğu yerden fırladı, Sebastian da onu izledi, istasyonda, Heidi’nin sandığının yanında durdukları zaman, Sebastian uzaklaşan trenin ardından mutsuz gözlerle bakıyordu. Uygar bir taşıtın içinde yolculuk yapmayı, bu barbar ülkede dağlara tırmanmaktan çok daha güvenli buluyordu. Kuşkuyla çevresine bakındı, Dorfli’ye giden en güvenli yolu
kime soracağına karar vermeye çalıştı, ilerde geniş omuzlu bir adam vardı.

Kocaman, ağır çuvalları bir arabaya yüklemekteydi. Çuvallar az önce trenden indirilmişti. Sebastian sorusunu ona sormayı seçti.

Adam, «Buralarda bütün yollar güvenlidir,» diye karşılık verdi.

Bunun üzerine Sebastian yolda bir uçuruma yuvarlanmamak için hangi yolu
seçmek gerektiğini, bir de sandığın yukarıya nasıl götürülebileceğini sordu.

Adam, sandığa şöyle bir göz attı, pek ağır olmadığını, isterlerse onu da arabasına yükleyebileceğim söyledi. Kendisi de zaten oraya gidiyordu. Biraz daha konuşulduktan sonra, arabacı hem sandığı, hem çocuğu arabaya alıp Dorfli’ye kadar götürmeyi teklif etti. Oradan da birisi onu Alma çıkarırdı nasılsa.

Heidi, «Ben oradan yalnız da giderim,» dedi. «Dorfli’den Alm’a giden yolu
iyi bilirim.»

Sebastian bu tırmanma yolculuğundan kurtulduğuna pek sevinmişti. Heidi’yi bir kenara çekip ona küçük deri bir çanta verdi, sonra da dedeye gidecek mektubu uzattı. «Bu çanta Bay Sesemann’ın armağanıdır,» dedi. «Bunu sepetin en altına koyacağız. Ekmeklerin altına. Buna çok dikkat edeceksin. Eğer kaybedersen, Bay Sesemann çok kızar.»

«Kaybetmem,» dedi Heidi. Güvenli bir hareketle çantayı da, mektubu da ekmeklerin dibine yerleştirdi.

Az sonra sandık da arabaya yüklenmişti. Sebastian, Heidi’yi kaldırıp arabacının yanındaki yere oturttu, sepetini de yanı başına koydu. Aslında Sebastian, biraz kaygılıydı. Çocuğu evine kadar kendi eliyle teslim etmesi gerektiğini bilmiyor değildi. Arabacı da o ara tırmanıp Heidi’nin yanma yerleşti, arabayı hareket ettirdi. Sebastian bu yorucu işten kurtulduğuna memnun, istasyondaki kanepelerden birine oturdu ve dönüş trenini beklemeye başladı.

Arabayı süren adam, Dorfli’deki fırının sahibiydi. Gelen unları götürmek için
inmişti istasyona. Heidi’yi daha önce hiç görmemişti ama, bunun o sözü çok edilen çocuk olduğundan emindi. Zaten annesiyle babasını da tanıyordu. Bir ara, «Sen, Alm Amca’nın yanında kalan çocuk değil misin?» diye sordu.

Heidi, «Evet,» dedi.

«Çabuk döndün bakıyorum. Sana iyi davranmadılar mı orada?»

«Yoo, ondan değil. Kimse bana onlar kadar iyi davranamazdı.»

«Öyleyse neden dönüyorsun?»

«Bay Sesemann dönmeme izin verdi de ondan.»

«Ama orada kalmak daha hoşuna gitmez miydi?»

«Ben Alm dağında, dedemin yanında olmayı, dünyadaki başka her yere tercih
ederim!»

«Belki de oraya varınca fikrini değiştirirsin,» diye mırıldandı fırıncı. Sonra
kendi kendine bir ıslık tutturdu, bir daha da konuşmadı.

Heidi çevresine bakıp, bildiği ağaçları, yükseklerde gördüğü tepe ve dorukları tanıdıkça heyecanından titremeye başlamıştı. Hepşi de ona eski dostlar gibi görünüyordu. Araba, Dorfli’ye girerken saat da beşi vurmaktaydı. Kadınlardan ve çocuklardan oluşan bir grup, hemen arabanın çevresine toplandı, yolcuların nereden gelip nereye gittiğini öğrenmeye çalıştı. Fırıncı, Heidi’yi tutup yere koyarken küçük kız çabucak, «Teşekkür ederim,» dedi. «Dedem sandığı sonra alır.»

Hemen dönüp koşarak uzaklaşmak istedi. Ama kalabalık onu durdurdu, soru
yağmuruna tuttular. Heidi öyle bir inançla ve kararlılıkla kendine yol açmaya çalıştı ki, sonunda çaresiz yol verip arkasından bakmakla yetindiler.

Küçük kızın gidecek başka yeri olsa, dünyada dedenin yanma gitmeyi seçmeyeceğine hepsi kesinlikle inanmışlardı.

Ama fırıncı hemen onlara durumu anlattı. Her şeyi olan, zengin, süslü bir evde yaşamak şansı olduğu halde, kızın her şeyi tepip dedesinin yanma dönmeyi seçtiğini söyledi. Bu havadis herkesi çok şaşırttı. Kısa zamanda Dorfli’de bunları duymayan kalmadı. Herkes, Heidi’nin Alm’daki kulübeye dönebilmek için lüks bir yaşamı teptiğinden söz ediyordu.

Heidi, Dorfli’den dağa giden yokuşu gücü yettiği kadar hızla tırmanmaya çabalıyordu. Yükseldikçe patika giderek dikleşiyor, kolundaki sepet daha ağırlaşmış gibi geliyordu. Bu yüzden ara sıra duraksayıp soluk almak zorundaydı. Kafasında yalnız bir tek düşünce vardı: Acaba nineyi her zamanki köşesinde yün eğirirken mi bulacaktı? Birden çoban kulübesi uzaklarda gözüne ilişti, yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Kapıya varıncaya kadar olanca hızıyla koştu. Öylesine titriyordu ki, kapıyı güçlükle açabildi.

Sonunda içeriye girebilmişti işte. Küçük odanın orta yerinde durakladığı zaman solumaktan ağzını açamıyor, tek kelime söyleyemiyordu.

Köşeden bir ses, «Ulu Tanrım!» diye seslendi. «Bu ayak sesleri tıpkı Heidi’
ye benziyor. Ah, keşke onu bir kere daha yanımda hissedebilseydim! Kim var orada?»

«Ama ben Heidi’nin ta kendisiyim, nineciğim! Döndüm ben!» Küçük kız kendini yaşlı kadının kollarına attı. Ona sımsıkı sarıldı. Sevincinden konuşamayacak haldeydi. Nine, önce şaşkınlıktan dilini yutmuş gibi göründü.

Sonra, Heidi’nin kıvırcık saçlarını okşayarak, «Evet, onun saçları, onun sesi,» dedi. «Tanrı’ya şükür ki, bana bu günleri gösterdi!» Görmeyen gözlerinden sevinç göz yaşları boşanmaya başlamıştı. «Gerçekten sensin, değil mi, Heidi? Bana geri döndün, değil mi?»

«Evet, nineciğim, gerçekten döndüm,» diye karşılık verdi Heidi. «Ağlama. Artık buradayım. Her gün seni görmeye geleceğim. Bir daha da hiç gitmeyeceğim. Hem bundan sonra o kara, bayat ekmekleri yemek zorunda da kalmayacaksın. Bak, nine, bak!»

Heidi sepetini açtı, on iki ekmeği birer birer ninenin kucağına koydu.

«Ah çocuğum, Tanrı her zaman yardımcın olsun,» diyen nine, eliyle ekmekleri yokluyordu. Ne kadar da çok ekmek vardı kucağında. «Ama beni en çok sevindiren, senin dönüşün,» dedi. Heidi’nin saçlarına bir daha dokundu. «Bir şeyler söyle, çocuğum,» diye mırıldandı. «Konuş ki, sesini duyabileyim.»

Heidi, nineye nasıl onu bir daha görememekten korktuğunu anlatırken kapı
açıldı, Peter’in annesi odaya girdi. Bir an büyük bir şaşkınlık içinde olduğu yerde durdu, sonra, «Bu gerçekten sen olabilir misin, Heidi!» diye bağırdı.

Brigitta’nm dikkatli bakışları Heidi’nin üstünü, başını, görünüşünü bir an
içinde değerlendirmişti. Beğeni dolu çığlıklarla nineye anlatmaya koyuldu, «Anneciğim, Heidi’nin giydiği güzel elbiseyi bir görebilseydin! öyle güzelleşmiş ki!

Onu güç tanıdım diyebilirim. Hele bu tüylü şapka! Bu da senin mi Heidi? Başına giy de, yakışıyor mu göreyim.»

«Giymem,» dedi Heidi. «Ondan hiç hoşlanmıyorum. Siz beğendinizse sizin
olsun. Benim kendi eski şapkam hâlâ duruyor.»

Bir yandan elindeki kırmızı bohçayı açmaya çalışıyordu. İçinden eski şapkasını çıkardı. Zavallı şapka her zamankinden bile daha buruşuk görünüyordu.

Uzun yolculuk boyunca ezilmekten, kıvrılmaktan cam çıkmıştı. Ama bu durum Heidi’yi hiç kaygılandırmadı. Dete teyze kendisini almaya geldiği gün, dedenin onun tüylü şapkasıyla nasıl alay ettiği bir türlü aklımdan çıkmamıştı. Hemen oracıkta sırtındaki süslü elbiseyi de çıkardı, eski kırmızı şalına sarındı. Ninenin elini tutup, «Şimdi artık dedeme gitmeliyim,» dedi. «Yarın gene gelirim. iyi akşamlar, nineciğim.»

«Evet, gene gel, Heidi. Yarın gene gel yavrum,» diye yalvardı nine. Çocuğun küçük ellerini avuçlarında uzun uzun sıktı.

«Ama o güzel elbiseni neden çıkardın?» Bu soru Brigitta’dan geliyordu.

Heidi karşılık verdi, «Çünkü, dedeme böyle gitmek istiyorum. Sonra beni tanımaz diye korkuyorum. Siz de ilk gördüğünüzde kolay tanıyamamıştınız.»

Küçük kız, onlara veda edip Alm doruğuna doğru yola koyuldu. Scesaplana’
mn tepesindeki karlı alan, akşam güneşinde pırıl pırıl parlıyordu. Birden Heidi’nin ayakları dibindeki yeşil otların üstüne kıpkızıl güneş ışıkları döküldü. Heîdi şaşkınlıkla olduğu yerde durdu, çevresine bakındı. Bu görünümün ne kadar güzel olduğunu unutmuş olduğunu farkediyordu.

Falknis’in iki doruğu bir çift alev gibi yükselmekteydi. Karlı alan sanki ateş almıştı. Yükseklerde pembe renkli bulutlar dolaşıyordu. Vadi aşağıya doğru dalış yapıyor, belirli bir çizginin üstündeki her şey kıpkızıl parlıyordu.

Heidi’nin yanaklarından aşağı yaşlar süzülmeye başladı. Ellerini içtenlikle birbirine kenetleyip Tanrı’ya kendisini tekrar evine kavuşturduğu için şükretti. Hareketsiz duruyordu. Yüreği şükranla doluydu.

Kızıl ışıklar solmaya başlayıncaya kadar öylece bekledi, ondan sonra olanca hızıyla yukarıya doğru koşmaya başladı, işte ilerde köknarların tepeleri, kulübenin damı belirmişti. Bir iki adım sonra dedesinin tahta kanepede oturmuş, piposunu içmekte olduğunu gördü. Daha da hızlı koşmaya çalıştı. Alm Amca hiç bir şeyin farkına varamadan Heidi sepetini yere fırlatmış, kendini onun kucağına atmış, kollarını ihtiyarın boynuna dolamıştı. Ağzından bir tek kelime çıkıyordu. «Dedeciğim! Dedeciğim! Dedeciğim!»

ihtiyar da bir şey söyleyemedi. Yıllardan beri ilk defa gözleri yaşlarla nemlenmişti. Elinin tersiyle onları çabucak kuruladı, sonra Heidi’yi dizlerinin üstüne oturttu, yüzüne baktı, «Demek evine döndün?» dedi. «Pek de şıklaşmamışsın, Heidi. Seni onlar mı geri gönderdi?»

«Yoo, hayır dedeciğim. Sakın böyle düşünme. Bana hepsi çok iyi davrandılar.

Clara da, büyükanne de, Bay Sesemann da. Ama ben, senden uzak yaşamaya daha fazla dayanamadım. Bazen kendimi boğulacak gibi hissettim. Gene de hiç kimseye bir şey söylemedim. Çünkü, onların iyiliklerine karşı nankörlük
olurdu bu. Sonra günün birinde, sabahın erken saatında Bay Sesemann, beni
çağırdı… sanıyorum ona doktor söylemiş olmalı… Ama belki bütün bunları sana yazdığı mektupta anlatmıştır…» Heidi, dedesinin kucağından sıçrayarak indi, sepetinden küçük çantayı ve mektubu çekip getirdi, dedesine uzattı.

«Bunlar senin sanıyorum,» dedi.

Alm Amca, Clara’yı taze sütle besliyordu

Dede önce mektubu alıp okudu, tek kelime söylemeden cebine yerleştirdi.

«Benimle süt içmek gene hoşuna gidecek mi?» diye sorarken Heidi’nin elini tuttu, onu kulübeye doğru yürütmeye başladı. Bir yandan, «Ama paranı sen kendin almalısın,» diyordu. «Onunla kendine doğru dürüst bir yatak alabilirsin. Birkaç yıl yetecek elbiseler de alırsın.»

«Hiç ihtiyacım yok, dedeciğim,» diye karşılık verdi Heidi. «Yatağım var işte. Gelirken Clara bana öyle çok elbise verdi ki, bir şey satın almam gereksiz.
Hepsi sandığımda.»

«Öyleyse paranı getir, dolaba koy. Günün birinde gerekebilir.»

Heidi söz dinledi, paranın bulunduğu çantayı alıp kulübeye girdi. Önce neşe içinde koşup her köşeyi inceledi, sonra merdivenlerden yukarıya, çatıya çıktı.

Ayağını en üst basamağa atar atmaz olduğu yerde kalakaldı. «Ah, dedeciğim,
yatağım nerede benim?» diye yakındı.

«Yakında gene eski yerinde bulacaksın onu,» diye cevap geldi aşağıdan. «Birdenbire çıkageleceğini nereden bilebilirdim? Şimdi aşağıya in de, sütünü iç.»

Heidi aşağıya indi, yüksek sandalyesine yerleşti, sütünü seve seve, ömründe
daha lezzetli bir şey tatmamış gibi içti, bitirdi. Derin bir soluk alıp konuştu:
«Dünyada bizim sütümüzden daha güzel hiç bir şey yok, dedeciğim!»

O sırada keskin bir ıslık sesi duyuldu. Heidi şimşek gibi kulübeden dışarıya uçtu. Keçiler zıplaya sıçraya yamaçtan aşağı iniyorlardı. Peter de onların
arasındaydı. Çobancık, gözlerini iri iri açıp büyük bir şaşkınlıkla Heidi’ye baktı.

Heidi, «îyi akşamlar, Peter,» dedi.

«Beni tanıyamadm mı yoksa?»

Ama küçük keçiler, Heidi’nin sesini tanımışa benziyorlardı. Hemen koşup başlarını onun eteklerine sürmeye başladılar. Heidi, eski dostlarını tekrar görmenin sevinciyle coşuyor, onları birer birer adlarıyla çağırıp duruyordu.

Peter yavaş yavaş ona doğru yürüdü: «Demek döndün!» diyebildi sonunda.

Sonra sanki eski günlerin devamını yaşıyorlarmış gibi, «Yarın benimle otlağa
gelecek misin?» diye sordu.

«Hayır, yarın gelemem. Ama öbürü gün gelirim. Yarın nineyi görmeye gideceğim.»

Peter mutlu mutlu sırıtarak, «Döndüğüne sevindim,» dedi, sonra keçileri
dağdan aşağı indirmeye koyuldu.

Heidi kulübeye döndüğünde yatağı da hazırlanmıştı. Rahatlamış gibi içini çekerek uzandı, bir yıldır uyumadığı kadar derin bir uykuya daldı. Gece boyunca dede birkaç kere yatağında doğrulup ayak sesi dinledi. Yukardan yalnız Heidi’ nin soluklan duyuluyordu. Ama hiç yatağından kalkmamıştı kız.

Artık onu uykusunda gezdirecek nedenler ortadan kalkmıştı, isteklerine kavuşmuştu Heidi’ cik. Dağları tekrar görmüş, köknarlarda rüzgârın çıkardığı sesi tekrar dinlemişti. Alm’a, yuvasına kavuşmuştu artık…

-On Üçüncü Bölüm-

EVDE HAYALET VAR

You may also like

Heidi

ALMDA BİR KONUK

ALMDA BİR KONUK, SABAHLEYİN gökyüzü pırıl pırıldı. Sabah ışıkları dağların üzerine dökülüyor, tatlı bir rüzgâr köknarların ...
Heidi

YOL HAZIRLIKLARI

YOL HAZIRLIKLARI, GÜZEL bir eylül sabahıydı. Heidi’nin evine dönmesini sağlayan iyi yürekli doktor, Seseman’ların evine doğru ...

Leave a reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir