Ağrı Dağlarının Masalı
Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde, deve tellâl, pire berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; cümle kaplumbağalar kanatlanmış uçmaya, kertenkele kalkışmış Kırım-suyun geçmeye.
Bir pire bir mud tuzu yüklenmiş gider yola, kâh at olup yorgalar, kâh kuş olup uçmaya.
Bir karınca tepmiş devenin oyluğunu ezmiş, bir budunu götürmüş; dönüp ister kaçmaya.
Çekirge buğday ekmiş Manisa’nın çayında, sivrisinek davranmış, ırgat olup biçmeye.
Balıkçıl köprü yapmış o çayların birinde, yüklü yüklü ördekler gelir oradan geçmeye.
Ergene’nin köprüsü susuzluktan kurumuş, Edirne minaresi eğilmiş su içmeye.
Leylek koduk doğurmuş ovada zuma çalar, balık kavağa çıkmış söğüt dalın biçmeye.
Kerpiç koydum kazana, nedir? diye sorana, masaldır, masal derim; başlarım anlatmaya.
Bir varmış, bir yokmuş, bir ülkenin birinde diyelim ki bizim ülkemizde o ülkenin de en doğusunda, kıyıya köşeye itilmiş, unutulmuş kalmış; ıssız, berisiz gerişiz, kimi kimsesiz, yoksul mu yoksul bir köy varmış.
İnsanları kendi başlarına doğar, büyür, yaşar, yine kendi başlarına ölüp giderlermiş.
Ne arayanları varmış, ne soranları.
Zaten kaç evlik, kaç insanlık bir köymüş ki?
İşte bu köyde yoksul bir adam, anadan öksüz kalmış iki küçük kızıyla birlikte yaşar, kıt kanaat geçinirmiş.
Yoksul adamın bir mendillik tarlası varmış, onu eker biçer, iki kızıyla kendine zor yetirirmiş.
Doğu’nun her şeyi zormuş: Kışı zor, yazı zor.
İlkyaz olur, geldi mi, lâle, sümbül açtı mı; karınca yürüdü mü, arı vız vızladı mı demeye kalmadan gelip geçer, güz gelir; sarı ayva oldu mu, kadı dişli nar çıktı mı demeye ermeden o da gelir geçer; derken yağmurlar, ardından da karlı çamurlu karakış varıp çökermiş.
Yıllar gelip geçmiş, kızların babası yaşamış ihtiyarlamış, ihtiyarlamış, daha yoksullaşmış.
Ama kızlar büyümüşler, serpilmiş birer yetişkin olmuşlar.
Büyüğü az güzel, küçüğü çok güzelmiş.
Alım alımlı, salım salımlıymış, bakanların gözü kalırmış.
Bir saçları varmış, sapsarı, lepiska gibi.
Bir gözleri varmış, iki yaşındaki taze gazellerin gözleri gibi.
Bir ağzı varmış, Kâtibimin yazı hokkası gibi.
Bir burnu varmış, çekme.
Bir dişleri varmış ağzında, bir dizi inci kolye gibi.
Eller ufacık, ayaklar ufacık.
Kız, kız değil sanki resimcik, tablocuk.
Bir gün yaşlı babaları kızlarını yanına çağırmış:
«Kızlarım, ağrılarını, sızılarım!» demiş.
Ben bunca yıl yaşadım, artık kocadım.
Ne tarlaya giderim, ne çifte çubuğa.
Ne av avlarım, ne kuş kuşlarım.
Elim saban yerine sopa tutar, iki merdiven çıksam soluğum kesilir.
Şimdiye kadar siz benim elime baktınız, bundan sonra ben sizin elinize bakarım.
Beni alın, bir köşeye oturtun, rahat ettirin.
Günlerim sayılıdır, fazla yük olmam, arkamdan söyletmem.
Kızlar babalarını dinlemişler, hak vermişler.
«Sen otur, ahir ömrünü hoşça geçir,» demişler.
Bizim elimiz erer, gözümüz görür, aklımız yeter Her işe koşuluruz.
Tarlaya gideriz, çifti süreriz, ekmeği közler önüne getiririz.
Sen, hiç bir şeye karışma, köşene geç, atalığını bil, bizi gözet, yeter! Böyle demişler, babalarını evin baş köşesine oturtmuşlar, sırtına yastık minder komuşlar.
«Evde odun yok, yakacak, ateş yok yemek pişirecek,» demişler.
Varalım, gidelim, biraz odun toplayalım, gelelim.
Akşama hava soğur.
Sen ihtiyarsın, üşürsün.
Ocağımız yanmalı, bacamız tütmeli.
Dönünce de sana bir güzel bulgur çorbası pişirmeli.
Sıcak sıcak içersin, kızlarına dua edersin. Böyle demişler, İp urgan almışlar, evden çıkıp dere tepe demeden gitmişler, gitmişler.
Sonra durup başlamışlar odun toplamaya.
Yaştı, kuruydu, bu olurdu, bu olmazdı diye diye epeyi odun toplamışlar, iple urganla sıkıca bağlamışlar.
«Hadi bakalım, küçük kardeş,» demiş abla.
Erdik, erirdik, koca bir yük odun topladık.
Sana da yeter, bana da yeter.
Yüklen sırtına, gidelim, yolumuz uzun, bir ayakta evimize varalım. Böyle demiş, küçük kızın sırtına vurmuş odun yükünü, kırılacakmış kızın ince belini.
Abladır, ne yapsa haklıdır, demiş küçük kız, gıkını bile çıkarmamış; almış yükünü, yürümüş.
Her zaman derim: Kız kısmı, erkek kısmına benzemez. incedir, narindir, yıldız alazımdan bile incinir.
Hoş tutulmak ister: Güle konmuş bülbül, kafese alınmış kanarya gibidir.
Bizim küçük kız yüklemiş yükünü, yürümüş; ama, yol uzun.
Git git bitmez.
Ayaklar iki yürür, bir takılır.
Belkemiği bunca yükü çekemez, sızım sızım sızılar.
Boncuk boncuk ter dükünmüş, tomurdan gülden yanaklarını kan bürümüş.
Oflamış, inlemiş, sonunda dayanamamış: «Ablam, ablam!» demiş.
Yolun kabasını aldım, aldım ama ben de bittim.
Ablamsın, büyüğümsün, baksan halimden anlarsın.
«Neyin varmış ki?» diye sormuş ablası.
Maşallah, Arslan gibisin.
Yaşın başın dinç.
Gücün kuvvetin yerinde.
Hem gençsin, hem güzelsin, taşı sıksan suyunu çıkarırsın.
Söyle, derdin ne?
Ablası böyle deyince, küçük kıza ne demek düşer? Hiç!
«Yok bir şeyim, ablam,» demiş.
Hani, yürürken yürürken insana bir eziklik çöküyor.
Konuşalım da vakit geçirelim, dedim.
«Konuşmakla yol bitse,» demiş ablası «Ağzı kalabalıklar, Kafdağım aşar, bin kez Fizana varır gelirlerdi.
Kulağına küpe et; borç ödemekle, yol yürümekle biter.
Onun için sözü uzatmayalım, yürüyelim.
Küçük kız, ne desin?
«Yürüyelim, peki,» demiş.
Yine yürümüşler, yürümüşler. Yolda yolmuş hani! keçilerin çıktığı, makilerin bittiği, insanın zor gezindiği bir yolmuş.
Küçük kıza yollar uzamış da uzamış, belkemiği yükün altında sızım sızım sızılanmış; boncuk boncuk terlemiş, gülden yanaklarında kan tomurmuş.
Oflar iniş, inlemiş, sonunda dayanamamış:
«Ablam, ablam!» demiş. «Yolun yarısını çoktan geçtim, ama ben de bittim.
Ablalığını göster, şu yükü sırtımdan biraz al.»
«Alayım da napayım?» demiş ablası, «işte, güzel güzel gidiyorsun, sırtında taşıyorsun ya!»
Ablası böyle deyince küçük kıza susmak düşmüş yine.
Susmuş, dişini sıkmış, yürümüş.
Gel gelelim yolun ne biteceği var, ne sona ereceği.
O ara ayağı bir taşa sürçmüş, yarılmış, kanamış, dahasına dayanamamış:
«Abla, abla!» demiş.
«Senin gibi ablam olacağına, bir yüce dağ olmalıymış.
Başı karlı, doruğu dumanlı.
Karı, buzu erimeyen bir dağ olmalıymışsın da bana bunca derdi, acıyı çektirmemeliymişsin.»
Küçük kız bunları deyince, ablası bir durmuş, iki bakmış; iki elini beline atmış:
«Ya, demek öyle, ha?» demiş.
«Benim gibi bir ablan olacağına bir yüce dağ olmalıymışım, öyle mi?
Başım karlı, doruğum dumanlı, öyle mi?
Karım, buzum erimeyen bir dağ olmalıymışım da sana bunca acıyı derdi çektirmemeliyim, öyle mi?»
«Öyle,» demiş küçük kız.
«Beni yaktın, Tanrım da seni yaksın.»
Ablası da:
«Hele dur,» demiş.
«Benim de ilencim var.
Senin gibi bacım olacağına keşke bir küçük dağ olsaymış; yamaçları çayırlı, çimenli. Kuzulara, koyunlara, cümle davara otlak olaymış.
Davarlar çiğnedikçe, gezip otladıkça, meleşip koştukça belindeki ağrı gibi bir ağrı duyup ‘Ağrı, Ağrı!’ diye inleseymiş!»
Tam o sırada işte, nerden geldiği, nasıl çıktığı belli olmayan bir acı yel esmiş; gökler gümbürdemiş, şimşekler çakmış, ağaçlar yatmış, selli pullu bir yağmur boşanmış.
Gökten dolu inmiş, topraklar taşlar göğe çıkar olmuş, göz gözü görmez, söz sözü duymaz olmuş.
Bir süre geçmiş, ortalık ansızın yine durulmuş.
Gökyüzü açılmış, bulutsuz, masmavi olmuş.
Ağaçlar dimdik uzanmışlar, yel ılgıt ılgıt esmiş, bakanlara yan yana iki dağ görünmüş.
Biri küçük, biri büyük.
Büyüğünün başı dumanlı, doruğu pırıl pırıl ak karlı.
Karı buzu erimez bir dağmış, öbür küçük, etekleri yemyeşil çayır çimen kaplıymış; kuzular, koyunlar, cümle davarlar üzerinde otlar, gezinirmiş.
İlkyazla küçük dağ çiçekler, çim çimenle yeşermişken büyük dağ başı dumanlı, doruğu ak karlı daha bir yücelir dururmuş.
Bir gün yolunuz Doğu’ya düşerse, vardığınızda iki dağ görürsünüz.
Biri büyüktür, yücedir; adına Büyük Ağrı dağı derler, öbürü küçüktür, çim çimendir; adına Küçük Ağrı dağı derler.
Her bir vakit küçüğü iniler, büyüğü diniler.
Bu masalımız da burada biter.